Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, her şeyi kuşatandır. (4/126)
YARATILIŞ GERÇEĞİ
Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkebleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır.
(Nahl Suresi, 8)  

Martı türü kuşlarda gaganın biçimi beslenme özelliklerine bağlı olarak türden türe değişiklik gösterir. Örneğin martıların ve özellikle yırtıcı martıların kanca uçlu gagaları yakalayıp koparmaya elverişlidir. Bazı türlerin, örneğin Atlas Okyanusu kıyılarında yaşayan deniz papağanı ile ak sumru kuşlarının gagaları ise birkaç balık taşırken, dalıp yeniden balık avlayabilecekleri bir yapıya sahiptir. Görüldüğü gibi aynı türdeki kuşlar arasında var olan çeşitli özellikler, Yüce Allah'ın eşi benzeri olmayan yaratma sanatını tanımamıza vesile olur.Burnumuz nefes aldığımız havanın ısıtılması ve nemlendirilmesi görevini üstlenmiştir. Burnun iç yüzeyini kaplayan mukus tabaka su buharı salgı-layarak giren havayı nemlendirir. Mukus tabakanın hemen altında yer alan çok sayıdaki kılcal damar da geçiş sırasında havanın ısınmasını sağlar. Böylece hava, akciğerlerin hassas yapıları için en uygun hale getirilir. Söz konusu mekanizma, binaların sıcaklık ve nem ortamını düzenleyen gelişmiş bir klima sistemine benzer. Burada ana hatlarıyla anlatılan bu işlemler gerçekte oldukça karmaşıktır.

Göz, 600 bin sinirle beyne bağlanır. Aynı anda 1.5 milyon mesaj alıp bunları düzenler ve saatte 500 km'lik hızla beyne gönderir. Tek bir noktaya baktığınızda, aslında birbirinden farklı yüzlerce detay görürsünüz. Ayrıca mucizevi bir şekilde göz, bunların hepsinden gelen mesajları ayırt eder, hepsini değerlendirir ve her birini beyne iletir.İşçi arıların hareketleri son derece tutarlıdır ve bir amaç üzerinedir. Kovandaki bir arı yeni yumurtalar için hücreler hazırlarken, diğeri kraliçeye hizmet etmek için petekler arasında dolaşır, bir üçüncüsüyse bal toplar. Her işçi arı Rabbimiz'in ilhamıyla kesin olarak neyi nasıl yapacağını bilir, kusursuz bir disiplinle hareket eder.

Enzimler, hücreleri hareketlendirip reaksiyonları başlatmak ve hızlandırmakla görevlidirler. Bir enzim bir reaksiyonu milyar kere hızlandırabilir. Örneğin insan vücudundaki enzimlerden sadece bir tanesi görevini yapmasaydı, bu cümleyi okumak 1500 yıl sürecekti. Hatta siz bu cümleyi okuyana kadar sizi yaşatan pek çok reaksiyon da devreye girmeyi bekleyecek ve bir-birinden habersiz ve hareketsiz hücreler teker teker ölmeye başlayacaktı. Ancak kusursuz yaratılış sayesinde bu gerçekleşmez ve enzimler görevlerini eksiksizce yerine getirir.Orkidelerin değişik üreme yöntemleri vardır. Örneğin bazı orkideler nektar üretemez sadece nektar kokusu üretirler. Bu kokuya aldanan arılara nektar vermedikleri halde, onları kandırmış ve polenlerini taşıttırmış olurlar. Bir bitkinin yalnızca polenlerini taşıtmak için nektar vermediği halde nektar kokusunu taklit edebilmesi hiç kuşkusuz ki bu bitkilerin bilinci sayesinde gerçekleşen olaylar değildir. Akıl ve şuur sahibi olmayan bitkiler de diğer tüm canlılar gibi Allah’ın ilhami ile hareket etmektedirler.

Kuzey kutbunda yaşayan deniz kırlangıçları, her yıl 30.000-40.000 km.lik yol boyunca kanat çırparlar. Bu kırlangıçların vatanları Kuzey Kutbu’dur. Fakat her yıl Kuzey Amerika, Grönland ya da Sibirya'daki üreme bölgelerin-den, Kuzey Kutbu sularındaki kışlık bölgelere doğru yolculuk yaparlar.Kutuplardaki buzlu sularda yaşayan balıkların neden donmadığını hiç merak ettiniz mi? Bu balıklar, derilerindeki buz kristallerinin sıcaklığını -20C'ye kadar yükselten bir proteini üreten gene sahiptirler. Bu protein buz kristallerindeki oksijen moleküllerine bağlanarak genleşmelerini engeller yani canlının donmasını önler.

Confuciosornis’in temsili resmi (üstte)
Confuciosornis
Dönem: Mezozoik zaman, Kretase dönemi
Yaş: 120 milyon yıl
Bölge: Çin
Evrim teorisi, kuşların küçük yapılı ve etobur theropod dinozorlardan, yani bir sürüngen türünden türediği iddiasındadır. Oysa hem kuşlarla sürüngenler arasında yapılan anato-mik karşılaştırmalar hem de fosil kayıtları bu iddiayı yalanlamaktadır. Resimde görülen fosil, ilk örneği 1995 yılında Çin'de bulunan, Confuciosornis olarak adlandırılan soyu tükenmiş bir kuş türüne aittir. Günümüz kuşlarına büyük bir benzerlik gösteren Confuciosornis, kuşların evrimi senaryosunu yıkmıştır.
Gürgen yaprağının günümüzdeki örneği.
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 54 - 37 milyon yıl
Bölge: Cache Creek Oluşumu, British Columbia, Kanada
Bilinen 30 - 40 türü olan gürgen ağacı, genellikle kuzey iklimlerinin hakim olduğu bölgelerde yetişir. Çoğunlukla Doğu Asya ve Çin'in belli bölgelerinde bulunan gürgen ağacının bir iki türüne Avrupa ve Kuzey Amerika'da da rastlanır. Fosil bulguları günümüzde yaşayan gürgenlerle, bundan on milyonlarca yıl önce yaşamış olanlar arasında hiçbir fark olmadığını ortaya koymuştur. Gürgen agaçları, Darwinistlerin iddialarına meydan okumakta, Yaratılış'ın açık bir gerçek olduğunu söylemektedir.

Günümüzdeki ginkgo yaprağı
Gingko Yaprağı
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 54 - 37 milyon yıl
Bölge: Cache Creek Oluşumu, British Columbia, Kanada
Darwinistlerin bitkilerin evrimi senaryosunu geçersiz kılan delillerden biri de resimde görülen 50 milyon yıllık ginkgo yaprağıdır. Ginkgoların başka bir bitkiden türemediklerinin, başka bir bitkiye de dönüşmediklerinin göstergesi olan bu fosil, diğer bütün fosil örnekleri gibi evrimcileri büyük bir açmaza sokmaktadır.
Üstteki resimlerde kozalak fosilinden hiçbir farkı olmayan günümüzdeki kozalaklar bulunmaktadır.
Kozalak
Dönem: Senozoik zaman, Paleojen dönemi
Yaş: 65 - 23 milyon yıl
Bölge: Almanya
Ait oldukları ağacın çoğalması için gerekli olan tohumları taşıyan kozalakların yapısı diğer tüm canlılar gibi, milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişime uğramamıştır. Günümüzdeki kozalaklarla aynı olan 65 - 23 milyon yıl yaşındaki kozalaklar, tarih boyunca evrimin hiçbir zaman yaşanmadığının önemli örneklerinden biridir.

Günümüzde yaşayan örnekler üstte
At Nalı Yengeci
Dönem: Mezozoik zaman, Jura dönemi
Yaş: 150 milyon yıl
Bölge: Solnhofen, Almanya
Eklembacaklılar filumuna dahil olan at nalı yengeçleri, Chelicerata (kelikeserliler) alt filumuna dahildirler ve örümcekler ve akrep familyalarına daha yakındırlar. Resimde görülen 150 milyon yıl yaşındaki at nalı yengeci fosili, Yaratılış'ın açık bir gerçek olduğunu, evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını bir kez daha teyit etmektedir.
Üstteki resimde gördüğümüz mersin balığının yukarıdaki 144 milyon yıllık mersin balığı fosilinden hiçbir farkı yoktur.
Mersin Balığı
Dönem: Mezozoik
zaman, Jura dönemi
Yaş: 144 - 65 milyon yıl
Bölge: Çin
Günümüzde sadece iki familyası soyunu devam ettiren mersin balıkları hep mersin balığı olarak var olmuşlardır. Başka bir canlıdan türememiş, başka bir canlıya da dönüşmemişlerdir. Bu gerçeğin teyidi olan fosil bulguları, diğer tüm canlılar gibi mersin balıklarının da evrim geçirmediklerini söylemektedir.

Yaratılış'ın açık bir gerçek olduğunu gösteren fosillerden biri de resimde görülen yaklaşık 150 milyon yıl yaşındaki karides fosilidir. Günümüzdeki karideslerden hiçbir farkı yoktur.
Karides
Dönem: Mezozoik zaman, Jura dönemi
Yaş: 150 milyon yıl
Bölge: Solnhofen Oluşumu, Almanya
Darwinistlerin iddia ettiği gibi aşamalı bir evrim sürecinin yaşanmadığını gösteren bilimsel bulgulardan bir diğeri de resimde görülen karides fosilidir. Var oldukları ilk andan itibaren tüm özellikleri ve uzuvlarıyla eksiksiz olan karidesler hiçbir değisikliğe uğramamışlardır. Bu karides fosili, evrimin hayal ürünü bir senaryo olduğunu tüm açıklığıyla gözler önüne sermektedir.
Günümüzde yasayan yengeç örnekleri (sağda)
Yengeç
Dönem: Senozoik zaman, Oligosen dönemi
Yas: 37 - 23 milyon yıl
Bölge: Danimarka
Fosil kayıtları canlılığın kökenini anlamak için yeterince zengindir ve bu gerçek karşımıza somut bir tablo çıkarmaktadır: Farklı canlı türleri, aralarında hayali evrimsel "geçis formları" olmadan, yeryüzünde bir anda ve farklı yapılarıyla, ayrı ayrı ortaya çıkmışlardır. Bu da tüm canlıları Yüce Allah'ın yarattığının delillerinden biridir.

Günümüzde yaşamakta olan suikastçı böceklerden bir örnek (yukarıda)
Suikastçı Böcek
Dönem: Senozoik zaman, Oligosen - Miyosen dönemi
Yaş: 25 milyon yıl
Bölge: Dominik Cumhuriyeti
Reduviida (yırtıcı tahtakuruları) familyasına dahil olan bu böceklerin çesitli türleri chagus hastalığını yayan ana faktörlerdir. Darwin'i zehirleyerek onun yaşamını hasta bir şekilde geçirmesine neden olan suikastçı böcek, antenini zehiri enjekte etmek için kullanır ve karşısındaki canlının dokularını eritip sıvılaştırır.
Yanda günümüzde hala yaşamakta olan yürüyen çalı örneği bulunmaktadır.
Yürüyen Çalı
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 45 milyon yıl
Bölge: Rusya
Yürüyen Çalı isimli böcekler yavaş hareket etmeleri ve kamuflaj yapmaları ile tanınır. Uzun bedenleri, bacakları, antenleri ve renkleri ile tıpkı bir çalıya benzerler. Kamuflaj yapan canlılar yaşadıkları ortama son derece uyumlu şekilde yaratılmış vücut yapıları, biçimleri, renkleri ve desenleriyle özel bir koruma altına alınmışlardır.


Mürekkep Balığı
Dönem: Mezozoik zaman, Kretase dönemi
Yas: 95 milyon yıl
Bölge: Lübnan
Darwin, teorisinin ancak fosil kayıtlarıyla doğrulanabileceğini biliyordu ve bu nedenle paleontolojik çalışmalara büyük umut bağlamıştı. Ne var ki, Darwin'den sonra geçen yaklaşık 150 yıl içinde hiç ara geçiş formu fosili bulunmadı. Dolayısıyla Darwin'in iddiaları hiçbir zaman teyit edilmedi. Fosiller, Darwin'in evrim teorisini geçersizliği ispatlanmış bir teori olarak tarihe gömdü. Bu fosillerden biri de, günümüzdekilerle aynı özelliklere sahip olan, resimdeki 95 milyon yıllık mürekkep balığı fosilidir.
Kaplumbaga fosilinin alttan görünüşü (üst sağda) mükemmel detayları ile günümüz kaplumbağalarından (üst solda) farklı olmadığını göstermektedir.
Kaplumbağa
Dönem: Senozoik zaman, Oligosen dönem
Yaş: 37-23 milyon yıl
Bölge: Brule Oluşumu, Nebraska, ABD
Resimde görülen 37 - 23 milyon yıllık kaplumbağa fosili, mükemmel detayları ile günümüz kaplumbağalarından farklıi değildir. Bu deliller karşısında evrimcilerin kabul etmeleri gereken önemli bir gerçek vardır. Oklahoma Üniversitesi Jeoloji ve Jeofizik bölümünden evrimci David B. Kitts, bu gerçeği şöyle açıklar: "Evrim türler arasında ara geçis formları gerektirir, ancak paleontoloji bunları sağlamamıştır." (David B. Kitts, "Paleontology and Evolutionary Theory," Evolution, Cilt. 28, Eylül 1974, sf. 467)
 

EHL-İ SÜNNET KİMDİR ?
Ehl-i Sünnet demek, Kur'an ve sünnetin öğrettiği şekilde inanan ve yaşayan Müslümanlar demektir. Ebedi kurtuluşa vesile olacak imanı bilmek ve Allahu Teala'yı tanımak, ancak Ehl-i Sünnet itikadına sahip olmakla mümkündür. Sünnete uymak için Peygamberimiz (sav)'in Kuran'a dair uygulamalarını ve Ashab-ı Kiram'ı tanıyıp, takip etmek gerekir. Çünkü onlar, bizimle sünnet arasında bir köprü vazifesi görmektedir.
İman ve İslam konusunda Ashab'ın yerini ve gereğini Allah Resulü (sav) Efendimiz şöyle belirtmiştir:
"Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak; birisi hariç diğer hepsi Cehennem'de olacak" Oradakiler, hayretle: "O kurtulacak grup hangisidir Ya Resulullah" diye sordular, Efendimiz (s.a.v): "Benim ve Ashabımın yolunda olanlar." buyurdu. (Tirmizi, İman; 18)
Bu kurtulan fırkaya "Fırka-i Naciye" (selamete kavuşanlar) denir. Bu fırkanın bir diğer ismi de "Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat" (Peygamberin ve onun Ashabının yolunda olanlar) fırkasıdır.
İtikad ve amelde bütün hak mezheplerin buluştuğu nokta Kur'an ve sünnetin çizdiği noktadır. Bu mezheplerin bütün çabaları Allahu Teala'nın ve Resulünün (sav) muradını anlamak, anlatmak ve yaşamaktır.
Ehl-i Sünnet anlayışını anlatırken Selefiliği de anlatmak gerekir. Selefilik adı, halef-seleften gelir ve selef, Hz. Peygamber (sav)'e en güzel şekilde uyan ilk nesle ve onları güzelce takip edenlere verilen genel bir isimdir. Selef akidesi itikadi mezheplerin ortaya çıkmasından önceki Müslümanların akidesidir. Yani Ashab-ı Kiram'ın ve Tabiin (Ashabı görüp onlardan feyz alan) neslinin akidesidir. Bu mezhebin temel anlayışı, ayet ve hadislerin verdiği haberleri olduğu gibi kabul etmektir. Daha sonraları Müslümanların arasında itikat alanında iki hak mezhep doğmuştur. Bunlar, Maturidiyye ile Eş'ariyye mezhepleridir.
Maturidiyye mezhebinin kurucusu İmam Maturi'dir (rah). Tam adı Muhammed b. Muhammed'dir. Künyesi Ebu Mansur olup, daha çok Ebu Mansur Maturidi diye anılır. Hicri 238, Miladi 852 tarihinde Semerkand'ın Maturid köyünde doğmuştur. Doğduğu yere nisbet edilerek "Maturidi" diye anılmaktadır. Hicri 333, Miladi 944 tarihinde yine Semerkand'ta vefat etmiştir. Genel usulü, vahiyle birlikte aklı da kullanmak ve gerektiğinde ayet ve hadisleri akılla yorumlamaktır. Hanefiler ve Türklerin çoğu itikatta Maturidi mezhebini benimsemişlerdir.
Eş'ariyye mezhebinin imamı Ebu'l-Hasen el-Eş'ari'dir. Asıl adı Ali b. İsmail olup, Hicri 260, Miladi 873 tarihinde Basra'da doğmuştur. Nesebi, Ashab-ı Kiram'dan Hz. Ebu Musa el-Eş'ari'ye ulaştığı için ona nisbetle "Eş'ari" diye anılmıştır. Hicri 324, Miladi 936 tarihinde Bağdat'ta vefat etmiştir. Amelde Şafii mezhebine bağlı olduğu için itikadi görüşleri daha çok şafiiler arasında benimsenip yayılmıştır. Malikiler de itikatta bu mezhebi benimsemişlerdir. Maturidiler ile Eş'ariler, çok az konuda farklı görüşlere sahiptirler.
Maturidiyye ve Eş'ariyye mezhepleri Ehl-i Sünnet inancını temsil etmektedir. Bunlardan başka bir çok itikadi görüş ve mezhepler ortaya çıkmıştır. Bunların başında Hariciyye, Mu'tezile, Mürcie, Cebriyye ve Müşebbihe grupları gelir. Bunların da bir çok kolları mevcuttur. Bu gruplar Ehl-i Sünnet'i temsil etmemektedir.
Ehl-i Sünnet'in içinde farklı mezheplerin hepsi hak dairededir ve doğru yol üzerindedir. Aralarındaki farklılık fitne değil, rahmet olacak şekildedir. Onun için bir mezhebe bağlı mümin, diğer hak mezhebi de tasdik etmelidir.
Fıkıh ve İtikad alanında ortaya çıkan hak mezhepler Kuran ve sünnet çizgisinden ayrılmazlar. Mezhep, yeni bir din değil, dinimizin itikat, ibadet, ahlak ve terbiye alanında hizmet veren kollarıdır. Dinin aslı nasılsa o şekilde bir anlayışla ifade edilmesidir. Hepsi ciddi bir ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır. Hepsinin kaynağı Kuran ve sünnettir.
Bir mümin itikadını düşündüğü gibi, fıkhını ve ahlakını da düşünmek zorundadır. Çünkü her birisi diğerinin parçası ve tamamlayıcısıdır. Fıkıh insanın, hayatının her alanında kendi lehindeki ve aleyhindekileri bilmesi demektir. Din; iman, ibadet ve güzel ahlaktan oluşmaktadır.
KURAN'DA MÜMİNLERİN, PEYGAMBERİMİZ (SAV)'İN SÜNNETİNE UYMALARI BİLDİRİLMİŞTİR
Öncelikle bilinmelidir ki, sünnet, Kuran'dan ayrı olamaz. Sünnet; Kuran'ın, son peygamber, alemlere rahmet, büyük ahlak sahibi, müminlere pek düşkün, onların sıkıntıya düşmesi kendisine çok ağır gelen, iman edenlerin ağır yüklerini, üzerlerindeki taassup zincirlerini kaldıran, Allah (cc)'ın elçisi Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) tarafından yorumlanarak hayata geçirilmesidir.
Bu açıklamalar olmadan Kuran'ın anlaşılması ve hayata geçirilmesi mümkün olmaz. Örneğin, Kuran müminlere; diğer müminlere karşı şefkatli olmayı, güzel söz söylemeyi, tevazulu davranmayı emretmiştir. İyiliği emretmeyi, kötülükten menetmeyi, İslam ahlakını tüm insanlara tebliğ etmeyi farz kılmıştır. Temizliği şart koşmuştur. Ancak bunların nasıl hayata nasıl geçirileceği Kuran'da belirli bir şekilde anlatılır. Mümin, tüm bunların nasıl ve ne ölçüde uygulanacağına dair örnekleri Peygamberimiz (sav)'in hayatındaki uygulamalar vesilesiyle öğrenir.
Kuran'da Yüce Rabbimiz şu hükmü verir:
Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resûlü'nde güzel bir örnek vardır. (Ahzap Suresi, 21)
Resulullah (sav), tüm insanlar için en güzel örnektir. Mümin, Resulullah (sav)'ın sünnetine bakar ve uygulamaları ondan öğrenir. Nitekim sünnete bakıldığında hemen görülür ki, Resulullah (sav) ümmetine her konuyu öğretmiş, onların izzet ve şereflerine yaraşır davranışları göstermiştir. Peygamberimiz (sav)'in tüm hayatında, en küçük ayrıntıyı bile ihmal etmeme derecesinde bir ciddiyet, sorumluluk ve hassasiyet görülmektedir. Bu durum, Resulullah (sav)'ın ümmetine Kuran ile birlikte bir de "hikmet"i öğretmekte oluşunun bir sonucudur. Bir ayette Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
"Andolsun ki Allah, mü'minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara ayetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler." (Al-i İmran Suresi, 164)
SÜNNETI TERK ETME TEHLIKESI
Dinin elden çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar. (Sünen-i Darimi, Mukaddime, 16)
İslam tarihinde birçok dönemde çeşitli sapmalar yaşanmıştır. Farklı mezhepler, İslam'ın özünden uzaklaşarak çeşitli sapkın itikatlara sahip olmuşlar, sapkın uygulamalara girişmişlerdir.
Resulullah (sav)'a biat eden, Allah (cc)'a biat etmiştir. Bu İlahi kuralla ilgili olarak Rabbimiz, başka bir ayette şöyle buyurur:
"Kim Resul'e itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiş olur..." (Nisa Suresi, 80)
Bu ayetten "Resulullah (sav)'a itaat" kavramının ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. İşte bu kavramın önemi, Resulullah (sav)'ın, az önce değindiğimiz "örnek olma" vasfının yanında, ikinci bir vasfından, "hüküm koyucu" özelliğinden kaynaklanmaktadır. Kuran göstermektedir ki, Resulullah (sav)'ın emirlerine ve koyduğu kurallara uymak, aynı Allah (cc)'ın kitabındaki ayetlere uymak gibi farzdır. Nitekim bir başka ayette, Resulullah (sav)'ın söz konusu yasaklama ve emretme yetkileri hakkında Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de (geleceği) yazılı bulacakları ümmi haber getirici (Nebi) olan elçiye (Resul) uyarlar; O, onlara marufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır." (Araf Suresi, 157)
Rabbimiz bir diğer ayette ise şöyle buyuruyor:
"... Resul size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah'tan korkun..." (Haşr Suresi, 7)
Bu ayetler, Peygamber (sav)'in, Kuran'da haram kılınmış olan şeylerin dışında da bazı şeyleri ümmetine yasaklayabileceğini göstermektedir. Bu nedenledir ki, Peygamberimiz (sav) bir hadisinde şöyle buyurur:
"Sizi bir şeyden men ettiğim zaman ondan kesinlikle kaçının. Bir şey emrettiğimde ise, onu gücünüz yettiğince yerine getirin." (Buhari, İ'tisam, 2)
Başka ayetlerde de Hz. Peygamber (sav)'in söz konusu "hüküm koyucu" özelliği haber verilir. Müminlerin uzlaşamadıkları herhangi bir konu, iman edenler tarafından Resulullah (sav)'a götürülür ve en hayırlı sonuç bu şekilde elde edilir:
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve elçisine döndürün. şayet Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir." (Nisa Suresi, 59)
Resulullah (sav)'ın söz konusu hüküm verici özelliği o denli kesindir ki, Allah (cc), müminlerin bu hükme kalplerinde hiçbir sıkıntı duymadan seve seve itaat etmelerini bildirmiştir:
"Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar." (Nisa Suresi, 65)
Bir başka ayette, Resulullah (sav)'ın hükmünün kesinliği şu şekilde haber verilir:
"Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir erkek ve mü'min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır." (Ahzab Suresi, 36)
Resulullah (sav)'ın bu "hüküm verici" vasfına karşı çıkmak, onun verdiği hükme karşı gelmek ise inkarcılıktır:
"Kim kendisine 'dosdoğru yol' apaçık belli olduktan sonra, elçiye muhalefet ederse ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!..." (Nisa Suresi, 115)
Peygamber (sav)'in hüküm koyuculuğu ve örnek olma vasfı, Kuran'da bu denli muhkem bir biçimde açıklanmışken, Resulullah (sav)'ın sünnetinden yüz çevirmeyi savunmak, kuşkusuz Kuran'a aykırı bir düşüncedir. Her yaptığı işte ve her emrinde O'na uymak, İslam'a uymanın kendisidir. O'nun sünnetinden uzaklaşmak ise İslam'ın hakikatinden uzaklaşmaktır.
Nitekim Ashab-ı Kiram da öyle yapmış, her işlerinde Kuran'la birlikte Kuran'ın hayata geçmiş hali olan Resulullah (sav)'e uymuşlardır. Bir sahabeden şu söz aktarılır:
"Biz hiç bir şey bilmezken Allah bize Muhammed'i (sav) peygamber olarak gönderdi. Biz, Muhammed'i neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız." (Nesâî, "Taksîru'ssalât", 3/117; Ibn Mâce, 1/339, Hâkim, "Müstedrek", 1/208)
Şu halde, "Kur'an'a dönelim, sünnete ihtiyacımız yok" düşüncesinin İslam'a uygun bir düşünce olmadığı ve İslam'ı bilmemekten kaynaklandığı ortadadır. Bu görüşün sahipleri, bir köşke girmek isteyen fakat, kapısını açabilecekleri anahtarı kullanmayı istemeyen kimselere benzemektedirler. Sünnetin, kendisine sarılanları kurtardığı kesindir.
Tabiîn (Ashabı görüp onlardan feyz alan) müfessirlerden olan Dahhak İbni Müzahim şöyle der: "Cennet ile sünnet aynı konumdadır. Zira ahirette cennete giren, dünyada sünnete sarılan kurtulmuştur." (Tefsir-i Kurtubi, XIII/365)
İmam Malik de sünneti, Nuh aleyhisselamın gemisine benzetmiş ve "Kim ona binerse, kurtulur, kim binmezse boğulur." (Suyuti, Miftahu'l Cenne, s.53-54) demiştir.
Sünnet o denli büyük bir kurtuluş yoludur ki, Kuran'da Rabbimiz, Resulullah (sav)'ın emir ve yasaklarının "insanlara hayat verecek şeyler" olduğunu bildirmiştir:
"Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve Resûlü'ne icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O'na götürülüp toplanacaksınız." (Enfal Suresi, 24)
Din, Kuran ve Resulullah (sav)'la birlikte bir bütündür. Birinin eksilmesi sözkonusu olamaz. Resulullah (sav)'ın örnek davranışlarını, öğrettiği hikmetleri ve verdiği hükümleri bize ulaştıran kaynak ise sünnettir, Ehl-i Sünnet itikadıdır.
PEYGAMBERLER MÜMINLERI HAYAT VERECEK YOLA ÇAĞIRIRLAR
Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve Resûlü'ne icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O'na götürülüp toplanacaksınız. (Enfal Suresi, 24)
İnsanlık tarihine bakıldığında hayatın peygamberle başladığı görülür. Çünkü bir peygamber olmadan din ahlakının anlaşılması ve uygulanması mümkün değildir. Bu yüzden her ümmete yol gösterici olarak bir elçi gönderilmiştir.
Allah (cc), diğer peygamberler gibi Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'i de mükemmel bir din, dosdoğru bir yol üzerinde göndermiştir. Ve O'nu kıyamete kadar bütün insanlığa peygamber kılmıştır. O'na itaat, O'na saygı ve sevgi, Peygamberimiz (sav)'in yaşam tarzını uygulama ve sünnetini yerine getirme inananlar için bir sorumluluktur.
Nitekim, Kuran'da peygambere itaat, Allah (cc)'a itaat ile birlikte değerlendirilmektedir. Müminlere anlaşmazlığa düştükleri konularda kendilerine yol gösterici olarak Kuran'ı ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetlerini almaları emredilmiştir. Kuran-ı Kerim'de bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:
"Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa Suresi, 65)
Bu ayetten de açıkça anlaşıldığı gibi Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in uygulamaları, Kuran gibi kesin ve hatasız bir hüküm kaynağıdır. Çünkü sünnet Kuran'ın yorumu, açıklanması ve hayata geçirilmesinin diğer adıdır. Bu yüzden Kuran'ın hayata dönüştürülmüş şekli olan Peygamber Efendimiz (sav)'in Sünnet-i Seniyyesi konusunda mümin erkek ve kadınlar için herhangi bir tevil getirme ve itaatsizlik etme hakkı yoktur.
"Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mümin bir kadın ve mümin bir erkek için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse artık gerçekten o apaçık bir sapıklıkla sapmıştır." (Ahzab Suresi, 36)
Bu konu ile ilgili diğer bir ayette Rabbimiz şöyle buyurur:
"Aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve elçisine çağrıldıkları zaman, mü'min olanların sözü, "işittik ve itaat ettik" demeleridir. İşte felaha kavuşanlar bunlardır." (Nur Suresi, 51)
Kuran'da Resulullah (sav)'a itaati konu alan tüm ayetlerde itaatin müminler üzerinde bir zorunluluk olduğu anlatılmıştır. Bu yüzden Peygamber (sav), uygulamalarında masumdur ve bu uygulamalar Allah (cc)'ın koruması altındadır. Diğer bir deyişle, sünnet kapsamı içerisine alınan her şey aslında vahye dayalıdır. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
"O hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O (söyledikleri) yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir." (Necm Suresi, 3-4)
Bu durumda, eğer bir konuda ihtilaf baş gösterirse, İslam'ın iki temel kaynağı olan Kuran ve sünnete başvurmak müminler için diğer bir zorunluluktur. Bunu bildiren bir ayet şöyledir:
"... Aranızda bir anlaşmazlığa düşerseniz bunu Allah'a ve elçisine döndürün. şayet Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız bu hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir." (Nisa Suresi, 59)
Ayrıca Hz. Peygamber (sav), vahiy yoluyla Allah (cc)'tan aldığı Kuran ayetlerini sadece insanlığa ulaştırmakla kalmamış aynı zamanda onun açıklanması görevini de yerine getirmiştir. Peygamberimiz (sav)'in sünnetine bu açıdan bakarsak, onu Kuran'ın yorumlanması şeklinde algılayabiliriz. Peygamberimiz (sav)'in sünneti, eğer bu anlamda değerlendirilirse yanlış anlaşılmalardan, tahrifattan ve istismardan korunmuş olur ve anlaşılması kolaylaşır.
Diğer bir ayette ise, "De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın"" (Al-i İmran Suresi, 31) buyrulmuştur. Bu yüzden Allah (cc)'ı sevmenin göstergesi Resulullah (sav)'a uymaktır. İnsan Resulullah (sav)'a uymakla gerçekte Allah (cc)'a uymuş olduğunu ortaya koymaktadır. Hiçbir mümin Allah (cc)'a itaati yeterli görüp Resulullah (sav)'a itaati terk edemez. Peygamber Efendimiz (sav) sünnete uyanları şu şekilde müjdelemektedir:
"Kim, sünnetimi ihya ederse, beni ihya etmiş olur. Kim beni ihya ederse cennette benimle beraberdir." (Sünen-i Tirmizi, Kitabu'l-İlm, B. 16, Hds. 2818. Taberani, Mu'cemü's-Sagir Tercüme ve şerhi, Çev. İsmail Mutlu, İst. K1997, C.2, sh. 279, Hds. 587)
Peygamberimiz (sav) Sünnet-i Seniyye'ye uyanları böyle müjdelerken, Rabbimiz Kuran-ı Kerim'de Peygambere isyanın ne kadar büyük sonuçlar doğuracağını şu şekilde bildirmiştir:
"Kim Allah'a ve elçisine isyan eder ve onun sınırlarını aşarsa, onu da içinde ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır." (Nisa Suresi, 14)
Bütün bu gerçeklere rağmen Sünnet-i Seniyye'nin önemini anlamayanlar ve eleştirenler, doğrudan doğruya Resulullah (sav)'a yönelik bir tavır içerisine girmiş olurlar. Oysa ki Allah (cc)'ın Kuran-ı Kerim'de, "Sen büyük bir ahlak üzerinesin" buyurduğu, Hz. Ayşe'nin ise, "O'nun ahlakı Kuran'dan ibarettir" dediği Resulullah (sav)'ın söz ve davranışları, insanlar için bir model teşkil etmelidir. İnsanlık, O'nu örnek almadığı takdirde güzel ahlaktan uzak kalacağı gibi, dünya ve ahiret saadetini de elde edemeyecektir.
Sünnet-i Senniye'yi terk edenler büyük bir sevap kaybına uğrayacaklar, hesap gününde Resullullah (sav)'in şefaatinden de mahrum kalacaklardır. Ayrıca, ümmetine karşı son derece şefkatli, onlara gelecek zarara karşı alabildiğine hassas olan Peygamberimiz (sav)'in sünnetinden yüz çevirmek böyle bir nimete karşı da büyük bir nankörlük olur:
"Andolsun size içinizden sıkıntıya düşmeniz O'nun gücüne giden, size pek düşkün, müminlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir." (Tevbe Suresi, 128)
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in uygulamalarına yanlış gözle bakanlar, Peygamberimiz (sav)'in İslam dinindeki yerini anlayamamışlardır. Peygamberin üzerine yüklenen görev, hiç bir ayrıntıyı gözden kaçırmayan bir sorumluluk bilincini gerektirmektedir. Peygamberimiz (sav) ticaretten sağlığa, yardımlaşmadan eğitime kadar sayısız konuda bu yüzden bizi bilgilendirmiştir.
Peygamberimiz (sav)'in sünnetindeki temel prensip, uygulanabilir olmasıdır. "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz" (Buhari sahih, İlim b, 11, cihad 164) hadisi bunun en belirgin göstergesidir. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in hanımı Hz. Ayşe, Peygamberimiz (sav)'in, Ashabına daima kolaylıkla üstesinden gelebilecekleri amelleri emrettiğini haber vermiştir. Bu yüzden O'nun sünneti, toplumun her kesiminin örnek alabilmesine uygundur. O'nun yaşantısı her mümin için bir uygulama örneğidir.
Bir diğer konu ise Resulullah (sav)'ın sünnetinin terk edilmesi ile birlikte ortaya çıkan zararlı bazı sonuçlardır. Bilgisizlik, tembellik gibi sebepler yüzünden bir kısım Müslümanlar, sünnetten hüküm vermek yerine kendi akıllarından ya da kendilerine göre bilgili gördükleri, ama aslında İslam'dan bihaber insanların anlatımlarından hüküm çıkararak İslam dünyasına bid'at fitnesini sokmuşlardır.
İslam dünyasındaki siyasi ve ekonomik sorunlar, Allah (cc)'ın kitabından ve Peygamber (sav)'in sünnetinden ayrılma nedeniyle meydana gelmiştir. Müminler aynı peygamberin ümmeti olmanın şuuruna varıp, O'na layık bir ümmet olmaya çalışmadıkları sürece, İslam coğrafyasındaki bu istikrarsızlığın sona ermesi de beklenemez. Bu yüzden Müslümanların tek çıkış yolu, Allah (cc)'ın Kitabına ve Peygamberimiz (sav)'in Sünnet-i Seniyyesi'ne sımsıkı sarılmalarıdır.
Peygamberimiz (sav)'in hayatı ve yaşam tarzı incelendiğinde, hayata yaklaşımının tek boyutlu olmadığı görülmektedir. Resulullah (sav)'ın hayatı ile ilgili günümüze ulaşan güvenilir hadis rivayetlerinde çok çarpıcı örnekler vardır. Peygamberdir, devlet başkanıdır, ordu komutanıdır, askerdir, tüccardır. Namaz kılan, oruç tutan, gece namazlarına kalkan, devamlı dua, tefekkür ve zikir halinde olan, derinlik sahibi çok üstün bir insandır. Evlenen, alışveriş yapan, hastaları tedavi eden, çocuklarla şakalaşan, arkadaşlarıyla güreşen, eşiyle yolda yarışan tevazu dolu bir önderdir.
Allah (cc)'a kulluk vazifesini gereği gibi yerine getirmek, yalnızca Peygamberimiz (sav)'in uygulamalarını tam olarak kavrayıp uygulamakla mümkündür. Bunun için ise başvuracağımız ilk kaynak hadis kitaplarıdır. Hadis kitapları Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in özellikle peygamberlik görevini sürdürdüğü dönemde söylediği sözlerin, yaptığı hareketlerin, O'nun şahsi özelliklerinin büyük-küçük demeden biraraya getirilmesinden oluşmuştur. Bu kitaplarda kullanılan hadislerin, bütün Sünni İslam alimleri tarafından kabul edilen kaynaklardan elde edilmesine büyük özen gösterilmiştir.
 

EHL-İ SÜNNET İTİKADI VE ESASLARI
Asr-ı Saadet ve Dört Halife dönemlerinde herhangi bir mezhebin kurulmasına gerek yoktu. Çünkü onlar dini doğrudan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)'den ve Ashabından öğrenmişlerdi.
Sonradan sapkın akımlar ve bid'atçı fırkalar türeyince, Peygamber Efendimiz (sav)'in ve Ashabının yolundan giden rabbani alimler, itikat ve amelde bazı ölçüler tespit etmişlerdir. Doğruyu yanlıştan ayırarak, İslam dinini arınmış bir şekilde insanlığa sunmuşlardır. Böylece Ehl-i Sünnet mezhepleri ortaya çıkmıştır.
Ehl-i Sünnet çizgisini, sapık fırkalardan ayıran bazı önemli esaslar vardır. Ehl-i Sünnet karşıtı sapkın bazı akımlar, bu esaslara karşı çıkarak kimi bilgisiz insanları kendi taraflarına çekmeyi başarmışlardır. Bu nedenle, Peygamberimiz (sav)'in yoluna tabi olmuş tüm Müslümanlar, bu gibi fitnelere karşı çok dikkatli olmalıdırlar. Bu konuda ilk yapılması gereken şeylerden biri Ehl-i Sünnet itikadının esaslarını özümseyerek öğrenmek ve akılda tutmaktır.
EHL-I SÜNNET VE'L CEMAAT'IN ÜZERINDE İTTIFAK ETTIĞI HUSUSLAR
1) Allah (cc)'a İman
Allah (cc)'ın sıfatlarına, Kuran'da ve sünnette bahsedildiği şekilde iman etmek İslam'ın temel kaidesidir. Allah (cc)'ı insanlara yakıştırılan sıfatlarla sıfatlandıramayız. Allah (cc), yarattıklarıyla mukayese edilemez. Allah (cc) Kuran'da sıfatlarını birer birer zikretmiştir. Bu hususta çok dikkat edilmeli, bazı sapkın görüşlere rağbet edilmemelidir.
Kişi mümin olduğu sürece kendi imanından kuşku duymamalı ve kalben inandığı halde eksikleri yüzünden kendini imansız kabul etmemelidir. Bu, itikadımıza göre çok zararlı bir bakış açısıdır. Nitekim Yüce Rabbimiz Kuran-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur:
Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: "Gerçekten ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdirı (Fussilet Suresi, 33)
2) Ehl-i Sünnet'te Kuran İnancı
Kuran, Allah (cc) kelamıdır. O, Allah (cc) Katından gelmiştir, yine O'na dönecektir ve Kuran, Allah (cc)'ın indirdiği son ve kıyamete kadar geçerli olacak tek hak kitaptır.
Hiç şüphesiz, bu Kur'an, sana, hüküm ve hikmet sahibi olan, (ve her şeyi gerçeğiyle) bilen (Allah'ın) Katından ilka edilmektedir. (Neml Suresi, 6)
3) Dünya Gözüyle Allah (cc)'ın Görülemeyeceği İnancı
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in Allah (cc)'ı dünya gözüyle gördüğüne dair hiçbir sözü mevcut değildir. Kim ölmeden önce Allah (cc)'ı gördüğünü iddia ederse, Ehl-i Sünnet inancına göre yalan söylemiştir.
Resulullah (sav) bir hadisinde "İyi bilin ki sizden hiçbir kimse ölmedikçe Rabbini göremeyecektir." (Müslim) buyurmuştur.
4) Müminler Cennette Rabbimiz'i Göreceklerdir
Sahih hadis kitaplarında insanların kıyamette ahiret gözü ile Allah (cc)'ı göreceklerinden bahsedilmektedir. Ancak Cehmiyye, Mutezile ve Rafiziler bunun aksini savunmuşlardır.
Allah (cc) bir mekanda, arş üstünde ya da başka bir yerde değildir. Yani Allah (cc) mekandan münezzehtir.
5) Ahiret Gününde Yaşanacaklar
Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat, Resulullah (sav)'ın ahiret konusundaki söylediği sözlere harfiyyen inanır. Buna göre kabir azabı vardır. Ehl-i Sünnet'e göre kabir, müminler için cennet bahçesi, imansızlar için ise cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabirde münkereyn meleklerinin sorgusu da haktır. Mahşer yerinde insanların dünyada iken birbirleriyle olan haklarına bakılır ve hak sahiplerine hakları iade edilir.
Ahiret gününde yaşanacaklarla ilgili olarak Ömer Nasuhi Bilmen şöyle söylemektedir:
... İnsan öldüğü zaman kabrinde "Münker ve Nekir" denilen iki melek tarafından sorguya çekilecektir. Ölüye soracaklardır: Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir? Kıblen neresidir? Buna kabir sorgusu denir.
Amellerin yazılı olduğu defter, her insanın dünyada iyi ve kötü her işlediği şeyin yazılı olduğu defterdir. Melekler tarafından yazılmış olan bu defter, âhirette sahibine verilecek ve ona: "Al, kitabını oku!" denilecek ve böylece hiç bir şey gizli kalmayacaktır.
Mizan, Mahşer'de herkesin dünyada yapmış olduğu işleri tartmaya mahsus bir adalet ölçüsüdür ki, bununla amellerin iyi ve kötü miktarı anlaşılmış olur.
Sırat, cehennemin üzerine kurulmuş, üzerinden geçilmesi pek zor olan bir köprüdür. Bunun üzerinden Allah'ın iyi kulları çok kolaylıkla geçer. Öyle ki, bir kısmı şimşek çakar gibi aniden geçer ve cennete girer. Kafirler ile müminlerden bağışlanmamış kimseler geçemeyip cehenneme düşeceklerdir. Kâfirler ebedî olarak orada kalacaklar, müminler ise cezalarını doldurduktan sonra cennete gireceklerdir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Sadeleştiren A. Fikri Yavuz, s.32-33)
6) Resulullah (sav)'ın şefaati
Şefaat demek, günahı olan müminlerin günahlarının bağışlanması, olmayanların daha yüksek derecelere erişmeleri için peygamberlerin ve Allah (cc) Katındaki dereceleri yüksek olanların Rabbimiz'den istekte bulunmalarıdır. Tüm Müslümanlar Peygamber Efendimiz (sav)'in şefaatine layık olmak için çalışıp çabalamalıdırlar. Ömer Nasuhi Bilmen kutlu Peygamberimiz (sav)'in şefaati ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
şefaat, âhiret günü bir kısım müminlerin bağışlanmaları ve bazı itaatli müminlerin de yüksek derecelere ermeleri için Peygamberimizin ve diğer bazı büyük zatların Yüce Allah'dan dilek ve yalvarışta bulunmalarıdır. Âhirette bütün insanlara ait hesaba çekilme işinin bir an önce yapılması için en büyük şefaatta bulunacak kimse, Hazret-i Peygamber Efendimizdir. Onun bu şefaatına şefaat-ı Uzma (En büyük şefaat) denir. Peygamberimizin sahib olduğu Cennetteki yüksek makama da Makam-ı Mahmud (Övülen Makam) denir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Sadeleştiren A. Fikri Yavuz, s.33)
7) Kadere İman
Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat, kaderin hayır ve şerrine iman eder. Kadere imanın iki mertebesi vardır:
Birinci mertebe, Allah (cc), yarattığı her şeyin ne yaptığını ve ne yapacağını bilir. Onların itaatlerinin yanında Kendisi'ne isyanı da önceden bilir.
Allahu Teala (cc), tüm yarattıklarının kaderini Levh-i Mahfuz'da yazmıştır. İnsan cenin durumundayken yani ruhu üflenmeden önce, bir melek tarafından kaderi getirilir. Allah (cc)'ın iradesi, insanın iradesinin üzerindedir. Kişinin mümin olması ya da küfre sapması Allah (cc)'ın dilemesi dışında oluşmaz. Müslümanlar bu konuda çok hassas olmalıdırlar.
8) Ehl-i Kıble Günah İşlemekten Dolayı Tekfir Edilemez
Ancak imanın aslı bundan müstesnadır. Ehl-i Sünnet itikadında olan bir kişi, aynı kıbleye yönelen diğer bir mümini günah işlediğinden dolayı tekfir etmez, inkarcı olduğunu iddia etmez. İslam tarihinin ilk sapkın akımı olan Hariciler ilk fitneyi bu konuda çıkarmışlardır.
İnkara sapmış bir kişi ne kadar hayır işlerse işlesin kendisine bir yararı olmayacağı gibi, Müslüman da ne kadar günah işlerse işlesin, haram olana helal, helal olana haram demedikçe inkara sapmış sayılmaz.
9) Allah (cc)'ın Veli Kullarının Kerametleri Haktır
Allah (cc) dostlarının kerametlerine, Allah (cc)'ın onların eliyle meydana getirdiği harikulade hallere, değişik ilimlerde yaptığı keşiflere iman etmek Ehl-i Sünnet itikadının esaslarındandır.
10) Resulullah (sav)'ın Mirac Hadisesi
Miraç hadisesinde Peygamber Efendimiz (sav) hem ruhu hem de bedeni ile gökler ötesi aleme çıkmıştır. Kuran'da Peygamberimiz (sav)'in Beyt-ül-Makdis'e gidişi sabit olup, sahih hadislerde semavata çıktığı tasdiklenmiştir.
Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren O (Allah) yücedir. Gerçekten O, işitendir, görendir. (İsra Suresi, 1)
Kutlu Peygamberimiz (sav)'in miraca çıkmasına iman etmeyen inkarcı ve münafıklar fitne çıkarmak için Mekke'de Hz. Peygamber Efendimiz (sav)'in bu mucizesi ile alay etmeye yeltenmişlerdi. Şehrin her yerinde bu fitneyi yaymak için uğraşıyorlardı. Müşrikler her gördükleri insana bunu anlatıp kendilerince alay etmeye çalışıyorlardı. Müşriklerden biri Hz. Ebu Bekir'e gelerek "Muhammed (sav) bir gecede Mekke'den Kudüs'e gittiğini iddia ediyor, ne diyorsunş" dedi. Hz. Ebu Bekir de tüm müminlere örnek olacak bir teslimiyet ve güvenle "Eğer O söylüyorsa doğrudur." diyerek yayılan bu fitneyi önledi.
11) Hesap Günü
Kıyamet günü, Allah (cc)'ın kainat için takdir ettiği ömrün bittiği gündür. Kıyamet günü herkes hesaba çekilecektir. Tekrar ikinci bir bedenle dünyaya dönüş söz konusu değildir. Adem Peygamber (a.s.)'den kıyamete kadar yeryüzüne gelen bütün ruhlar dünya kurulmadan önce yaratılmıştır. Bir ruh değişik bedenlerle birden fazla dünyaya gelmeyecektir.
12) Cennetle Müjdelenenleri Tasdik Etmek
Cennetle müjdelenen sahabeler hakkındaki herhangi bir kötü söz, bu mübarek insanlara karşı saygıya uygun değildir ve büyük günahtır. Bu sahabeler şunlardır:
- Hz. Ebu Bekir (r.a.)
- Hz. Ömer (r.a.)
- Hz. Osman (r.a.)
- Hz. Ali (r.a.)
- Talha b. Ubeydullah (r.a.)
- Zübeyr b. Avvam (r.a.)
- Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.)
- Said b. Zeyd (r.a.)
- Abdurrahman b. Avf (r.a.)
- Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a.)
İslam'ın ilk döneminin tarihi bu üstün insanların kahramanlıkları ile doludur. Resulullah Efendimiz (sav) hadislerinde, bu değerli Müslümanlardan övgüyle bahsetmiştir.
Sapkın fırkaların ortak özelliklerinden biri de cennetle müjdelenmiş olan sahabelerden bazılarına karşı saldırmalarıdır. Ehl-i Sünnet itikadında böyle bir görüşe kesinlikle yer yoktur.
13) Kuran ve Sünnet Hakkında Yorum Yapılmaması
Akıl ve kıyas öne sürülerek Kuran ve sünnette açıkça beyan edilen hükümler üzerine değişik yorum getirilemez. Zira sahabeler ve mezhep imamlarımız böyle yapmış ve böyle buyurmuşlardır. Müminler Kur'an ve sünnete uyan herşeyi kabul ederler, aykırı olanı ise reddederler. Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'i diğerlerinden ayıran en büyük özellik, ilimlerini Kuran ve sünnetten yani asıl kaynağından almalarıdır.
İman edenler anlamını kavrayamadıkları konuları Kuran ve sünnet ışığında tefsir ederler, zanna, heva ve heveslerine uymazlar. Hiç kimse Kuran ve sünnete aykırı söz söyleme hakkına sahip değildir.
EHL-İ SÜNNET MEZHEPLERİ
İTİKADİ (İNANÇ VE İMANİ) AÇIDAN MEZHEPLER
İtikadi açıdan mezhepler iki tanedir.
1) Maturidi mezhebi; İmam Maturidi tarafından kurulmuştur.
2) Eş'ariyye mezhebi; İmam Eş'ari tarafından kurulmuştur.
Bu iki mezhep temelde birdir. Ancak aralarında teferruata ait kırka yakın konuda fikir ayrılığı vardır. Fikir ayrılığına düştükleri konular sadece ayrıntılardan ibarettir.
Maturidi Mezhebi
Maturidi mezhebinin kurucusu İmam Maturidi'dir. Asıl adı Ebu Mansur Muhammed bin Mahmud el-Maturidi'dir. Hicri 238 yılında Semerkant'ta doğmuştur.
Türk asıllı olan İmam Maturidi, ilim tahsilini İmam-ı Azam'ın talebelerinden almıştır. Çalışmalarında akıl ile nakil arasında güzel bir bağlantı kurmuştur. Ehl-i Sünnet inancına sıkı sıkıya bağlı talebeler yetiştirerek sapkın fırkaların karşısında yıkılmaz bir set oluşturmuştur. Ehl-i Sünnet inancının kendinden sonraki nesillere ulaştırılmasında büyük katkısı vardır.
İmam Maturidi, fıkıhta Hanefi mezhebine bağlı olan Müslümanların itikatta imamıdır. Maturidi mezhebi başta Türkler olmak üzere pek çok Müslüman tarafından kabul edilmiştir.
Maturidi'nin günümüze kadar ulaşan eserlerinden bazıları şunlardır: Kitabü't Tevhid, Te'vilatü'l Kuran.
Bizim için Ehl-i Sünnet itikadının temelini oluşturan inanç kaidelerinden bazıları şunlardır:
- Allah (cc) vardır ve birdir. Zatı ve fiilleriyle bir olan Allah (cc)'a imanla mükellefiz. Allah (cc)'ın Zatı ve fiili sıfatları vardır. Bunlar Allah (cc)'ın Zatı'yla beraber vardır. Allah (cc)'ın kelam sıfatı kendi Zatı'yla kaimdir.
- İman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdikten ibarettir. Dil ile ikrar eden fakat kalp ile tasdik etmeyen kimse mümin değildir. İmanın yeri kalptir. Kalbe yer eden imana zorla da olsa kimsenin gücü yetmez.
İman eden birinin Müslüman olmadığını söylemek nasıl doğru değilse, İslam'ın şartlarını yerine getiren birinin mümin olmadığını söylemek de doğru ve caiz değildir. Amel imana dahil değildir.
- Ahirette Allah (cc)'ı görmek mümkündür. Ancak O'nu görmek keyfiyetsiz olacaktır.
- İnsan bir şeyi işlemeye karar verdiğinde Allah (cc) onda bu fiili işleme kudretini yaratır. Bunun yaratılması fiille beraberdir. İnsan fiil işlediği zaman sevap veya cezaya müstehak olması kasde bağlıdır.
- Zina etmek, adam öldürmek, içki içmek gibi büyük günahları işlemesi insanı imandan çıkarmaz. Büyük günahı işleyen kimse tevbe ederse affa uğrar.
- Günahkarlar için Peygamberimiz (sav)'in şefaat etmesi haktır. Bu Allah (cc)'ın Peygamberimiz (sav)'e bir lütfudur. Peygamberimiz (sav) büyük günah sahibi müminlere şefaat edecektir.
Eş'ariyye Mezhebi
Eş'ariliğin kurucusu Ebu'l Hasan El-Eş'ari, Hicri 260 yılında Basra'da doğdu. Kırk yaşına kadar Mu'tezile alimlerinden Ebu Ali el Cübbai'den ders aldı.
İmam Eş'ari pek çok eser kaleme aldı. Ehl-i bid'at olan Mu'tezile'yi, filozofları, tabiatçıları, dehrileri (Allah (cc)'a ve ahirete inanmayan imansız kimseleri), Yahudi ve Hıristiyanları hedef alan eserler yazdı. Risaletü'l-İman, Makalatü'l-İslamiyyin ilk akla gelen eserleridir. Günümüze kadar ulaşmış yirmiyi aşkın eseri vardır. Yirmi yıl yatsı namazının abdesti ile sabah namazı kıldığı rivayet edilir. 324 yılında Bağdat'ta vefat etmiştir.
Amelde Şafii ve Maliki mezhebine mensup olanlardan bir kısmı itikatta Eş'ariyye mezhebine bağlıdır. Eş'ariyye mezhebi özellikle Irak, Suriye ve Mısır'da yaygındır.
Ehl-i Sünnet itikadının oluşmasında İmam Eş'ari'nin görüşlerinin büyük önemi vardır. Maturidi ile irade konusunun dışında önemli bir konuda fikir ayrılığına düşmemişlerdir.
İmamın bazı görüşleri şunlardır:
- Kabir sorgusu, haşir, sırat ve mizan haktır. Edebi yönden Kuran bir mucizedir. Bir benzeri, insanlar tarafından yazılamaz.
- Peygamberin mucize göstermesi lazımdır. Velilerin de keramet göstermesi caizdir. Peygamberlerin mucizeleri kavimlerine peygamberliklerini isbat içindir. Veli ise kerameti ile üstünlük sağlamamalı, kerametini gizlemelidir.
- Bir melek vasıtasıyla kendisine Allah (cc) tarafından vahiy gelen ve kainata konulmuş olan adetleri bozacak şekilde mucize gösteren kimseye "nebi" denir.
- Allah (cc)'ın izni ile Peygamberimiz (sav)'in müminlere şefaati haktır. Allah (cc)'ın ahirette müminler tarafından görülmesi caizdir. Allah (cc) birdir ve eşi benzeri yoktur. Hayır ve şer Allah (cc)'tandır. İnsanların fiilleri Allah (cc) tarafından yaratılır ve kullar tarafından işlenir. İnsanların bir şey yapabilmeleri için gerekli olan güç, fiil ile beraber Allah (cc) tarafından kendisine verilir.
Ameli Açıdan Mezhepler
Ehl-i Sünnet itikadında, ameli konularda dört mezhep vardır:
1) Hanefi mezhebi; İmam-ı Azam Ebu Hanife tarafından kurulmuştur.
2) Şafii mezhebi; İmam Şafii tarafından kurulmuştur.
3) Hanbeli mezhebi; İmam Hanbel tarafından kurulmuştur.
4) Maliki mezhebi; İmam Malik tarafından kurulmuştur.
Bu bölümde mezhep imamlarımız ve onların görüşleri üzerinde duracağız.
Hanefi Mezhebi ve İmam-ı Azam Ebu Hanife
İmam-ı Azam, Hicri 80 yılında Küfe'de doğmuştur. Asıl adı Numan b. Sabit'tir. Yaşadığı bölge itibariyle bazı rivayetlerde onun Türk asıllı olduğu söylenmektedir. Ticaretle uğraşan varlıklı bir insan olan babası, Hz. Ali (r.a.)'nin halifeliği sırasında onun hayır duasını almıştır.
İmam-ı Azam genç yaşta Kuran'ı ezberledi. Arap dili ve edebiyatı, fıkıh, hadis ve kelam ilimlerinde kendisini geliştirdi. Bulunduğu yöredeki sapkın dini görüşlere sahip olan insanlarla tartışarak birçoğunu ikna etmeyi başardı. Böylece Ebu Hanife ismi duyulmaya başladı.
İlmi, zekâsı, zühd ve takvası çok yüksekti. İctihadındaki yükseklik, mezhebindeki kolaylık ve mükemmellik bütün Müslümanlar tarafından benimsenmiştir.
O dönemde fıkıh konusunda büyük bir ihtiyaç vardı. İmam-ı Azam ticareti bırakarak bu konulara yöneldi. Bu arada kendisini daha da geliştirerek Kuran ve sünnetten hüküm çıkarmaya, hadis rivayetlerini araştırmaya, sahabenin ihtilafa düştüğü konuları öğrenmeye koyuldu.
30 yıllık medrese hayatı boyunca 4.000'den fazla öğrenci yetiştirdi. İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, Hasan b. Ziyad gibi her biri başlı başına müçtehid olan öğrenciler yetiştirmiştir.
İmam-ı Azam, talebelerine şu esasları tatbik ettikleri takdirde ilimlerinin sağlam temellere oturabileceğini söylemiştir:
1) Bir ilim meclisine devam etmek ve bu meclisin genel havasını teneffüs etmek.
2) Alimlerle birlikte olmak ve bulundukları çağdaki her türlü fikir hareketiyle temasta bulunmak.
3) Kendisine önemli ve üstü kapalı meseleleri açıklayan üstadının yanından ayrılmamak.
İmam-ı Azam, bir çok İslam alimi ile biraraya geldikten sonra, çağın en büyük alimlerinden Hammad b. Ebu Süleyman'a bağlanır. Çok şey öğrendiği hocası vefat edince bütün gözler ona çevrilir.
Irak valisi Yezid b. Hubeyre tarafından İmam-ı Azam'a kadılık teklif edilir. İmam-ı Azam bu teklifi reddedince günlerce süren işkencelerden sonra hapsedilir. Fakat halkın tepkisinden korkulduğu için kısa bir süre sonra serbest bırakılır.
Uzun süre Hicaz'da yaşayan İmam-ı Azam, yönetim Abbasiler'e geçince tekrar Küfe'ye döndü. Fakat Abbasi yönetiminde de değişen pek bir şey olmamıştı. Abbasi Halifesi El Mansur kendisine Bağdat kadılığı teklif ettiğinde, onun cevabı şöyle oldu: "Eğer ben bu vazifeyi kabul etmediğim takdirde Fırat nehrinde boğulmakla tehdit edilirsem, boğulmayı tercih ederim. Sizin etrafınızda ikrama ihtiyacı olan çoktur." Bu cevap üzerine Abbasi Halifesi El Mansur, onu fikirlerinden döndürmek için günlerce işkence yaptırdı. İşkence sırasında sağlığı bozulunca İmam-ı Azam, Hicri 150 yılında Bağdat'ta vefat etti. Türbesi hala her yıl yüzbinlerce Müslüman tarafından ziyaret edilmektedir.
İmam-ı Azam'ın ölümünden sonra talebeleri, onun içtihadlarını, rivayet ettiği hadisleri sistemli bir hale getirerek yeni eserler oluşturdular. İmamlarının görüşlerinin ışığında yeni hükümler çıkararak İslam coğrafyasına dağıldılar. Böylece İmam-ı Azam'ın görüşleri bir mezhep halini aldı. Günümüzde, Türkiye, Balkanlar, Kafkasya, Sibirya, Çin, Pakistan, Arnavutluk, Mısır, Filistin, Suriye ve Irak'ta yaşayan Müslümanlar Hanefi mezhebine göre amel etmektedirler.
İmam-ı Azam'ın günümüze ulaşan eserlerinden bazıları şunlardır: El-Fıkhu'l-Ekber, Kitâbü'l-Âlim ve'l-Müteallim, Kitâbü'r-Risâle, beş tane el-Haşiyye kitabı, el-Kasidetü'n-Nu'mâniyye, Ma'rifetü'l-Mezâhib,.
İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin eserlerinden bazı alıntılar örnek vermek gerekirse;
"Elinden geldiği kadar insanlara sevgi göster. Herkese selam ver, isterse aşağı kimseler olsun. Başkalarıyla bir mecliste toplanır, aranızda bazı meseleler münakaşa edilirse ve senin bildiğine muhalif bir şey söylenirse sen onlara muhalefet etme. şayet sana sorarlarsa onlara bildiğin gibi haber ver, sonra bu hususta şöyle şöyle başka kavil de vardır, delili de şudur, diyerek kendi bildiğini söyle, böylelikle seni dinlerler ve senin ilminden dereceni anlarlar.
Sana gelenlerin hepsine başka başka bilgiler ver, her biri senden bir şey öğrensin. Onlara kıymetli şeyler ver, ehemmiyetsiz şeylerle uğraşma. Onlarla arkadaş gibi ol, hatta şaka yollu latifeler yap. Zira dostluk ve samimiyet ilme devamı sağlar. Onlara yumuşak davran hoş muamele et. Onlardan hiçbirine can sıkıntısı ve bezginlik gösterme. Kendini onlardan biri imiş gibi tut.
Denemedikçe kimsenin dostluğuna güvenme. Alçak ve hasis olan kimseyle dost olma. Güzel ahlaklı geniş yürekli ve derya gönüllü ol. Elbisen temiz ve yeni olsun. Binek atın iyi olsun. Güzel kokular kullan. Yemek yedirmekte cömert ol ve herkesi doyur. Bir fitne fesad duydun mu onu ıslah için koş. Seni ziyaret edenleri de, etmeyenleri de sen ziyaret et. Sana ister iyilik yapsınlar, ister kötülük sen daima iyilik yap. Affet ve bazı şeylere göz yum. Sana eziyet veren şeyleri terket, hakkı yerine getirmeye çalış. Arkadaşlarından hastalananları ziyaret et, göremediklerinin durumunu soruştur. Sana gelmeyenlerle sen alakadar ol." (Ebu Hanife'nin Öğrencisi Yusuf'a vasiyetinden)
Bilmiş ol ki amel ilme uyar. Nasıl ki aza gözün görmesi sayesinde hareket eder. Az dahi olsa amel ile ilim, çok amel ile cehaletten daha faydalıdır. Bu şuna benzer: Çölde bir adamın yanında az miktar azık bulunsa bile doğru yolu biliyorsa kurtulur. Bu adamın durumu yanında çok azık bulunup da yolu bilmeyen adamın durumundan daha hayırlıdır. Cenab-ı Hak şöyle buyurur 'Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur muş Bunu ancak akıllı olanlar anlar.' (Osman Keskioğlu, Ebu Hanife, M. Ebu Zehra, s. 177 )
İmam-ı Azam'ın Ebu Yusuf'a öğütlerinin bir kısmı Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'nin Marifetname isimli eserinde geçmektedir. Aşağıdaki alıntılar bu eserden alınmıştır:
"İnsanların iyiliğini isteyici ol ve onlara nasihat et. Halk, hareketlerini beğenip seninle görüşmek istediğinde onların sohbetlerine git. Meclislerinde insanları ve kendini tevkir ile ilim müzakere edesin.
Her taleben kendisini senin oğlun bilsin. İlme çalışma gayretleri her geçen gün çoğalsın. Seni dinlemeyen avamla ve pazardakilerle konuşma. Doğruyu söylemekte kimseden çekinmeyesin. İbadetin avamdan çok olsun, az olmasın. Küfür ve bid'at ehl-i ile oturup konuşma, müsait ortam olursa dine davet et. Bu nasihatleri bizden canı gönülden kabul et. Zira bunları senin ve herkes için vasiyet ettim. Bu yolda gidesin, halkı da Hak yoluna getiresin."
Şafii Mezhebi ve İmam Şafii
İmam Şafii, Hicri 150 yılında Gazze'de doğdu. Ebu Hanife'nin vefat ettiği sene doğması İslam alimlerince manidar karşılanmıştır. İmam Şafii küçük yaşta babasını kaybedince yoksulluk içerisinde bir çocukluk dönemi geçirdi.
Mekke'ye gelerek hadis eğitimi almaya başladı. Küçük yaşta Kuran'ı ezberledi. Daha sonra İmam Malik'in yanına gelerek kendini tamamen fıkhi konuları öğrenmeye verdi.
34 yaşında Yemen valisi tarafından şiilik propagandası yaptığı iftirası ile hapsedildi. Şafii'ye bağlı dokuz kişi öldürüldü. Şafii'nin öldürülmesi ise nüfuz sahibi bazı sevenlerinin araya girmesi ile son anda önlendi.
İki yıl Mekke'de inceleme ve araştırma yaptıktan sonra tekrar Bağdat'a geri döndü. Bu sırada Şafii'nin ünü İslam aleminde duyulmaya başlanmıştı. Kendisine daha rahat bir çalışma ortamı aradı ve Mısır'ı tercih etti.
Mısır valisi ve halkı Şafii'nin ülkelerine gelişini sevinçle karşıladı. Vali tarafından ömrünün sonuna kadar korunarak, peygamber soyuna ayrılan paydan hisse verildi. Ömrünü İslam yolunda geçiren, ardında bir çok eser bırakan, sayısız talebe yetiştiren, devrinde Mu'tezile ve diğer sapkın fırkalarla mücadele eden İmam Şafii, Hicri 204 yılında Mısır'da vefat etti. Ahkamül Kuran, Es-Sunen, Kitabu'l-üm, Müsned-i Şafii adlı değerli eserler bırakmıştır. Irak, Doğu Anadolu, Hindistan, Filistin, Hicaz, Filipinler, Yemen, Mısır ve Suriye'den bir çok Müslüman Şafii mezhebi ile amel etmektedir. İmam Şafii, oluşturduğu mezhebinin kaynağını şöyle açıklamıştır: "Herkes peygamberlerimizin hadislerini bilmeyebilir. Ben Resulullah'ın sünnetine muhalif olarak bilmeden herhangi bir fikir ileri sürersem veya bir esas ortaya koyarsam, uyulması gereken Resulullah'ın sözüdür. İşte benim mezhebim budur. Resulullah'tan bir hadis rivayet ettiğim halde onunla amel etmezsem, hangi yer beni taşır ve hangi gök gölgelendirir. Peygamberin hadisinin başım gözüm üzerinde yeri vardır."
İmam Şafii şöyle buyuruyor: "İçinizden biri bütün halkı memnun etmek isterse; yapamaz. Kul ihlas sahibi olmaya dikkat etmeli. Yaptığı her iyi amel Allah ile arasında kalmalı."
İlim talebi, fazilet bakımından nafile namazdan daha hayırlıdır. Zira nafile namazın faydası şahsa, ilmin faydası ise umuma aittir.
Bir kimse mümin kardeşine gizli öğüt verirse; tesirli nasihatte bulunmuş ve onu iyi huylarla süslemiş olur. Açıktan halk arasında öğüt vermeye kalkılırsa tesirsiz olur. Bir bakıma ayıplamış, dolayısıyla utandırmış olur. Ahiretin saadetini isteyen, ilimde ihlas sahibi olsun. Yaptığı işlerle öğüt vermeye çalışan da hidayetçi olur. Şu üç hal, din kardeşine dair sevgi işinde doğruluğa alamettir:
1) Bazı ufak hataları hoş görüp yüzüne vurmadan, olduğu gibi kabul etmek.
2) Bazı açıktan yapılan yersiz hareketleri varsa, üzerini kapamak.
3) Kendisine karşı yanlış harekette bulunursa bağışlamak.
Maliki Mezhebi ve İmam Malik
İmam Malik bin Enes, en sağlam rivayetlere göre Hicri 93 yılında Medine'de dünyaya gelmiştir. Hadis ilmiyle uğraşan, bilgili bir ailenin çocuğu olması dolayısıyla kısa sürede bu konuda kendisini geliştirmiştir. Küçük yaşta ünlü alim İbn-i Hürmüz'ün yanına verilmiş ve 13 yıl onun yanında kalmıştır. 17 yaşında ders vermeye başlayınca ona gösterilen alaka, hocalarına gösterilen alakadan fazla olmuştur. Ebu Hanife, kendisinden 13 yaş büyük olduğu halde onun önünde diz çökerek ders almıştır.
İmam Malik hakkında yazılan eserlerde, genelde hafıza ve zekasının çok üstün olduğu anlatılmakta, sabrı, tahammülü, ihlası, feraseti ve heybeti örnek verilmektedir.
Hadis ilminde önemli bir yeri olan İmam Malik rivayetlerin sahihliği konusunda çok titizdi. Hadis rivayet edenleri iyice araştırır ve ancak güvenilir olanların rivayetlerini alırdı.
İmam Malik fetva vermekte acele davranmazdı. Kendisine bir mesele sorulduğunda, "Sen git ben bu meseleyi araştırayım" derdi. Bu davranışının sebebini soranlara, "Ben fetvaların hesabını vereceğim. Çok çetin olan kıyamet gününden korkuyorum" derdi.
Ebu Hanife gibi İmam Malik de halife El Mansur'un gazabına uğramış ve hapishanelerde günlerce işkence görmüştür. Fakat, El Mansur yıllar sonra hatasını anlayarak Hicaz'da, İmam Malik'ten özür dilemiştir.
Ömrünün son yıllarını rahatsızlıklarla geçiren İmam Malik, Hicri 179'da Medine'de vefat etmiştir.
Günümüzde, Trablus, Libya, Tunus, Fas, Hicaz, Mısır, Cezayir ve Afrika sahillerinde Maliki mezhebine mensup Müslümanlar mevcuttur.
İmam Malik'in en önemli eseri 40 yılda yazdığı "Muvatta"dır. 100 binden fazla hadis üzerinde yaptığı çalışmalar sonucu bu eserinde 1.720 hadise yer vermiştir. Bediüzzaman Said-i Nursi, külliyatında İmam-ı Malik'ten ve büyük eseri Muvatta'dan övgü ile söz etmiştir.
Hanbeli Mezhebi ve İmam Ahmed b. Hanbel
İmam Ahmed b. Hanbel, Hicri 164 yılında Bağdat'ta doğdu. Hayatı, Abbasi Devleti'nin en parlak dönemlerine rastlar. Babasını küçük yaşta kaybetmesine rağmen çok parlak bir tahsil hayatı geçirmiştir. Birçok ünlü alimden ders almasına rağmen en fazla İmam-ı Şafii'den etkilenmiştir. Bu yüzden genç yaşta memleket memleket dolaşmayı gerektirecek zor bir ilim olan hadis ilmiyle uğraşmaya başlamıştır.
Kendisini yetiştiren hocalarına karşı çok saygılıydı. Onlar hayatta iken hadisler konusunda kendisine ait hiçbir görüş açıklamadı ve olgunluk yaşı olan kırk yaşına gelene kadar hiçbir konuda fetva vermedi. Böylelikle ilmi ve tevazusu ile kısa sürede saygı duyulan bir alim olarak anılmaya başlandı.
Onun sohbetlerini dinleyenler genelde üç hususa dikkat çekiyorlardı. Onun sohbetlerinde, vakar, ciddiyet, tevazu ve ruhi huzur hakimdi. Kimse ile alay etmeyi sevmezdi.
Hadisleri, ancak rivayet etmesi istendiğinde anlatırdı. Yanlışlık yapmamak için hadisleri aklından değil, kaynağından okurdu.
Talebelerine anlattığı hadislerin özellikle yazılmasını isterdi. Verdiği fetvalar yanlış anlaşılır düşüncesiyle yazılarak anlatılmasını isterdi.
Ömrünün sonuna kadar sapkın akımlarla mücadele etti. Bu yüzden Halife Mu'tasım ile başı derde girdi. Tutuklanarak Bağdat'ta hapishanede kaldı. Yaşadığı zorluklar, onu halkın gözünde daha da yüksek bir konuma getirdi. Serbest bırakıldıktan sonra baskılar devam etti. Sohbetleri yasaklandı, namaz kılmak için camiye gitmesine bile izin verilmedi. Talebeleri birer birer zindana atıldı. Ayakları zincirlenerek Halifenin huzuruna çıkarılmak üzere Bağdat'tan Tarsus'a doğru yola çıkarıldı ve Hicri 128'de yolda vefat etti.
Hanbeli mezhebinin çıkışı sırasında Hanefi, Maliki, Şafii mezheplerinin İslam ülkelerinde yaygınlaşmış olması bu mezhebin yayılmasını engellemiştir. Bu yüzden mezhebi sadece Suudi Arabistan'da yaygındır.
İmam Ahmed b. Hanbel'in en önemli eseri "Müsned"idir. Hadîs ilminde üstün bir yetkiye sahibti. Ezberinde bir milyon hadis-i şerif bulunduğu rivayet edilir. "Müsned"de otuz bin hadis vardır. Büyük alim Kuhistanî'nin sözüne göre, hadislerin sayısı ellibin yedi yüzdür. Zühd ve takvası, yüksek ahlâkı her türlü övgünün üstündedir.
Mezhepler Arasında İhtilaf Sanılan Konular
Aslında Müslümanlar için Kolaylıktır
Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat mezhepleri arasındaki farklılıklar İslam dünyasına zarar değil aksine büyük fayda sağlamıştır. Mezhep imamlarının her biri kendi içtihadını anlatmış ama birbirlerini ortadan kaldırma gibi bir yola gitmemişlerdir. Hadiste de belirtildiği gibi saygı içinde oluşan bir ihtilafın rahmet olacağı açıktır ve tarih, bunun rahmet olduğunu göstermiştir. Zaruri durumlarda bir mezhep mensubunun başka bir mezhebi taklit edebilmesi kolaylığı bu rahmetin en açık göstergesidir.
Zira Ömer b. Abdulaziz bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Resulullah'ın ashabının fıkhi meselelerde ihtilafa düşmemesini istemezdim. Çünkü onlar bir görüşte toplansalardı insanlar zora düşerdi. Bir kimse onlardan birisinin sözüne sarılırsa, bu kendisi için sünnet olur." (Muhammed Ebu Zehra, İslam'da Siyasi, İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, s. 21)
Ehl-i Sünnet itikadı içerisinde, uygulama alanındaki her türlü samimi düşünce, içtihat ve yorumun İslam'ın değişik çevre ve coğrafyalara yayılmasını kolaylaştırdığı bilinen bir gerçektir.
Sahabenin farklı yorumlarına zemin hazırlayan sebeplerin en başında hadislerin değişik yorumlanması gelir. İslam'ın, Kuran'dan sonra en önemli kaynağı sünnet, yani hadislerdir. Mezhep imamları sünnete sarılmanın önemi üzerinde durmuş ve sünnetten kopanların hüsrana uğrayacağını söylemişlerdir.
Mezhep imamları, Sünnet-i Seniyye'ye uymanın önemini şu sözleriyle vurgulamışlardır.
İmam-ı Azam, "İçlerinde hadisle meşgul olanlar bulunduğu müddetçe insanlar kurtulmuşlardır. Ne zaman ilmi, hadisin dışında ararlarsa, o zaman bozulurlar. Allah'ın dini ile ilgili bir konuda şahsi görüşünüze göre hüküm vermekten sakınınız, sünnete tabi olunuz. Kim sünnetten ayrılırsa sapıtır." (Eş-şa'rani, el-Mizanü'l Kübra, 1:51)
İmam Şafii, "Resulullah'tan bir hadis rivayet ettiğim halde o hadisten başka bir hükme varırsam, beni hangi gökyüzü gölgelendirir, hangi yeryüzü taşır."
İmam Malik, "Sünnetler Nuh'un gemisi gibidir. Kim o gemiye binerse kurtulur, kim binmezse boğulur."
İmam Ahmed bin Hanbel, "Bir çok bid'at ortaya çıktı. Her kim hadis bilmiyorsa o bid'atlara düşer."
Ehl-i Sünnet mezhep imamlarının, sünnetin fazileti konusunda aralarında bir ayrılık yoktur. Ancak kimi zaman bu hadisleri anlamada birbirinden farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunun yanısıra mezhep imamlarının hadis bilgisinin birbirinden fazla veya farklı oluşu değişik hükümlerin çıkmasına sebebiyet vermiştir. Mezhep imamları bir konu kendilerine ulaştırıldığında ilk önce Kuran'a başvururlardı. Kuran'da o konu ile ilgili hükme rastlamadıklarında Peygamberimiz (sav)'in sünnetine bakılırdı. Sünnette de bulunamazsa sahabenin o meseledeki tavrına bakılırdı. Bundan da bir sonuç alınamazsa, içtihat ile karar verilirdi. İçtihadlar farklı olabildiği için mezhepler arasında bazı farklılıklar meydana gelmiştir.
Teknik olarak hadislerin tam olarak bir kişi tarafından bilinebilmesi imkansızdır. Nitekim İmam Şafii şöyle söylemiştir.
"Sünnetlerin hepsini bilen, bilmediği hadis olmayan herhangi birisini bilmiyorum. Bütün hadis alimlerinin ilimleri bir araya getirilirse o zaman bütün sünnet bilinmiş olur. Alimlerin hadisleri dağınık olduğuna göre, her alimin bilmediği hadis elbette olacaktır. Birinin bilmediği hadisleri bir başkası bilmektedir."
Peygamberimiz (sav)'in kimi zaman yaptığı fiiller bazılarına göre zorunlu ibadet kapsamında görülmüş, bazılarına göre nafile olarak yorumlanmıştır. Ehl-i Sünnet mezheplerinde bunun bir çok örneği bulunmaktadır. Ayrıca Peygamberimiz (sav)'in yaptığı bir hareketi tam anlayamamak ya da hareketin yarısından itibaren şahit olmak bazı farklılıklara sebebiyet vermiştir.
Sahabelerin sözleri mezhepler arasındaki farklılıkların diğer bir unsurudur. Mesela Hanefi ve Malikiler sahabenin sözlerini kıyasa tercih ederlerken Şafiiler sahabe sözünü bazı durumlarda kabul etmezler. Bu durum farklı fetvaların oluşmasına neden olur.
Bütün bunların yanısıra farklı iklimin, coğrafi özelliklerin, örf ve adetlerin mezhepler arasındaki farklılığın oluşmasında büyük etken olduğu bir gerçektir.
Mezhep imamları, ihtilafları şahsi arzularının çok dışında tutmuşlar ve yalnızca Allah (cc) rızasını gözetmişlerdir. Hepsi de sadece kendi görüşlerinin doğru olduğunu iddia etmemiş, böyle olmasının daha uygun olabileceğini söylemişlerdir.
Nitekim İmam-ı Azam şöyle söylemiştir:
"Bizim düşüncemiz bir görüşten ibarettir ve elde ettiğimiz en güzel görüştür. Birisi bizim görüşümüzün daha güzelini ortaya koyarsa, bizden çok ona uyulması gerekir." (Muhammed Ebu Zehra, İslam'da Siyasi, İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, s. 354)
Mezhep imamlarının hayatları incelendiğinde birbirlerini incitmek bir yana, daima birbirlerinden istifade ettikleri ve aralarında saygı bağı olduğu görülür. Ömer Nasuhi Bilmen, İlmihalinde bu saygının Ehl-i Sünnet'in bir alameti olduğunu şöyle bildirmektedir:
... Bu dört müçtehide ait dört mezhebden her birinin bağlıları, kendi mezheblerinin daha doğru, daha isabetli, sünnet ve maslahata daha uygun ve daha elveriıli olduğuna inanır. Aksi halde o mezhebi seçmelerinin bir manası kalmaz. Bununla beraber diğer mezheblerin kıymetini azaltmak da akıllarından geçmez. Bu dört mezhebin dördüne de saygı duyarlar. Bu saygı Ehl-i Sünnet'in bir alâmetidir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s.42)
Mezheplerin aralarındaki ihtilaf yıkıcı değil yapıcıdır. Ayrıca bu ihtilaf Allah (cc)'ın "ayrılığa düşmeyin" emriyle çelişmez, çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi mezheplerin birden fazla oluşu, inananlar için her zaman rahmet olmuştur.
 

SÜNNETİN MÜDAFAASI
SÜNNETİN DELİL OLUŞU ZARURETTİR
Bediüzzaman, 11. Lema'da Sünnet-i Seniyye'yi şu şekilde açıklıyor:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: "Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse (sarılmak), yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir." Evet Sünnet-i Seniyye'ye ittiba, mutlaka gâyet kıymetdardır. Hususan bid'atların istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyye'ye ittiba etmek daha ziyade kıymetdardır. Hususan fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyye'nin küçük bir âdâbına mürâat etmek (uymak), ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir îmanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya sünnete ittiba etmek (tabi olmak), Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı hatıra getiriyor. O ihtardan o hâtıra, bir huzûr-u İlâhî hâtırasına inkılab eder. Hatta en küçük bir muamelede, hatta yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyye'ye mürâat ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevablı bir ibadet ve şer'î bir hareket oluyor. Çünki o âdi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ittibaını (tabi olma) düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan şâri-i hakikî olan Cenab-ı Hakk'a kalbi müteveccih olur, bir nevi huzur ve ibadet kazanır.
İşte bu sırra binaen Sünnet-i Seniyye'ye ittibaı kendine âdet eden, âdâtını (yapılan işler) ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar (güzel neticeler doğuran) ve sevabdar yapabilir... (Lemalar, 11. Lema, s. 48-60, Envar Neşriyat)
Sünnetin delil oluşu dini bir zarurettir. Bu deliller çeşitlidir ve hepsi de kesinleşmiş, Ehl-i Sünnet alimleri tarafından ittifaken kabul edilmişlerdir. Sünnetin dinde delil olduğunu gösteren yedi madde vardır.
1. İsmet (Peygamber Efendimiz (sav)'in hata yapmayacağı)
2. Sahabenin, Hz. Peygamber (sav)'in sünnetine sarılmalarını Allah (cc)'ın tasvip ve tasdik etmesi
3. Kuran-ı Kerim
4. Sünnet-i şerif
5. Kuran Sünnet-i Seniyye ile anlaşılır
6. Sünnet de vahiy kaynaklıdır
7. İcma
Birinci Delil: İsmet
Birinci delil, Hz. Peygamber Efendimiz (sav)'in masum ve hatadan uzak olması, yani İsmet makamında olmasıdır. O, tebliği zedeleyecek şeyleri kasten yapmaktan masumdur ve yine sahih görüşe göre bu konuda hata ve yanılgıya düşmekten de korunmuştur. Bu şunu gerektirir: Tebliğ ile ilgili her haber doğrudur, Allah (cc) Katındakine uygundur ve ona tabi olmak vaciptir. Bütün bu haberler yalandan korunmuştur.
Hz. Peygamber Efendimiz (sav)'in ahkama (hükümlere) dair söylediği sözleri de yine yalandan korunmuş, dini delillerdir. Peygamber Efendimiz'in, "Ey insanlar ben size ancak Allah'ın emrettiğini emrediyor ve O'nun size yasakladıklarından nehyediyorum." sözü, O'nun hatadan korunmuş olduğunun bir delilidir.
Hz. Peygamber (sav)'in tebliğ ile ilgili haberlerinde masum oluşu, bütün sünnet çeşitlerinin delil olduğunu ispat etmede, tek başına bize yetmektedir. Çünkü her biri aslında tebliğdir. Hz. Peygamber Efendimiz (sav)'in hayatının tamamı, İslam'ın rükünlerini oluşturur. Sosyal yaşantısı, aile hayatı, arkadaşları, savaşları, yeme içmesi vs hepsi dinin içersinde ve dini açıklayan ümmete örnek teşkil eden davranışlar bütünüdür.
Hz. Peygamber (sav)'in tebliğe ait haberlerin dışında, tebliği zedeleyecek şeylerden korunmuş olması, onun bütün bu fiil, tasvip, emir ve tavsiyeleri ve nehiylerinin de bizzat delil olmasını gerekli kılmakta, bunun için başka bir habere ihtiyaç duyulmamaktadır. Kutlu Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) hata yapmaktan korunmuştur, İsmet makamı ile şereflendirilmiştir.
İkinci delil: Sahabenin, Hz. Peygamber (sav)'in sünnetine
sarılmalarını Allah (cc)'ın tasvip ve tasdik etmesi
Peygamber Efendimiz (sav), ümmetini sünnetine sarılmaya teşvik edip onları, kendisine muhalefetten sakındırıyordu. Sahabe-i Kiram da her konuda Peygamberimiz (sav)'in emrine katıksızca itaat ediyor, O'na uyuyor, bütün söz, fiil ve tasviplerinde kendisine tabi oluyordu. O'ndan (sav) gelen her şeyi itaat gerektiren konular olarak alıyor ve her hareketini dini birer delil olarak algılıyorlardı.
Dünyevi meselelerde içtihat gerektiren bir konu olduğunda da bunun niçin ve nasıl olduğu konusunda Peygamber Efendimiz (sav)'e danışıp, istişare ediyorlardı.
Bazen de bir hüküm kendileri tarafından anlaşılmayınca, hikmetini anlamak için onu Hz. Peygamber Efendimiz (sav)'e sorup hakikatini anlamaya çalışıyorlardı.
Bununla birlikte onlar, başlarına gelen bir hadisede, çözüm için sadece Kuran ile yetinmiyorlardı. Her konuda sorma imkanı buldukları müddetçe Hz. Peygamber Efendimiz (sav)'e danışıyorlardı.
Sahabelerden birisi, uzakta bulunduğunda başına bir hadise gelirse, bu konunun çözümü için önce Kuran'da cevabını araştırır, onda bulamazsa sünnette araştırır, orada da bir cevap bulamazsa kendi görüşüyle içtihat ederdi. Peygamber Efendimiz (sav)'in yanına döndüğü zaman da durumu kendisine arz eder, eğer içtihadında isabetli ise tasdik görür, hatalı ise Resullullah (sav) hatasını gösterir, böylece o da hatasından dönerdi.
Hz. Peygamber Efendimiz (sav) ve Sahabe-i Kiram zamanında cereyan eden bütün olayları Cenab-ı Allah (cc) tasvip etmiş ve bu davranışlarında hata ettiklerini açıklamamıştır. Vahyin indiği bir dönemde Cenab-ı Allah (cc)'ın bir şeyi tasvip etmesi vahiy derecesinde kuvvetli bir delildir.
Üçüncü delil: Kuran-ı Kerim
Allah (cc)'ın hak Kitabı Kuran-ı Kerim, sünnetin delil oluşunu kesin olarak ifade eden birçok ayet-i kerime ile doludur.
Bu ayet-i kerimeler birkaç gruba ayrılır. Bazen bir ayet birden fazla gruba da dahil olabilmektedir.
Birinci Grup Ayetler:
Bunlar Hz. Peygamber (sav)'e iman etmenin vacip olduğunu gösteren ayetlerdir.
Hz. Peygamber (sav)'e iman ile anlatılmak istenen, O'nun peygamberliğini ve Kuran'da zikri geçsin geçmesin, O'nun Allah (cc) Katından getirdiği bütün şeyleri tasdik ve kabul etmektir. Peygambere uymamanın ve verdiği hükme razı olmamanın imanla bağdaşmayacağını ifade eden ayetler de bu gruptandır:
"Şu halde Allah'a, O'nun Resûlü'ne ve indirdiğimiz nur (Kur'an)a iman edin. Allah yaptıklarınızdan haberdâr dır." (Teğabün Suresi, 8)
De ki: "Ey insanlar, ben Allah'ın hepinize gönderdiği bir elçisi (peygamberi)yim. Göklerin ve yerin mülkü yalnız O'nundur. O'ndan başka ılah yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah'a ve ümmi peygamber olan elçisine iman edin. O da Allah'a ve O'nun sözlerine inanmaktadır. O'na iman edin ki hidayete ermiş olursunuz." (Araf Suresi, 158)
Kadı ıyaz (544/1149) demiştir ki: "Allah'ın peygamberi Hz. Muhammed'e (sav) iman, kesin bir farzdır. ıman ancak onunla tamam olur ve ancak onunla sıhhat bulur."
ımam ?afi (204/819) demiştir ki: "Allah Teala, kendisine ve Resulü'ne imanı, diğer bütün amellerin başlangıcı ve kamil imanın kaynağı yapmıştır. Bir kul Allah'a iman edip de Resulü'ne iman etmezse, imanı tamam ve sahih olmaz. Hatta kabul görmez."
ıbn Kayyim el Cevziyye (751/1350) ise bu konuda şöyle demektedir: "Allah Teala, Ashab-ı Kiram'ın, Hz. Peygamber ile toplu bir işteyken ondan izin almadan herhangi bir yola ve yere gitmemelerini, imanın gereklerinden kılmıştır. Dolayısıyla O'nun izni olmadan ilmi bir mezhebe ve hükme gitmemeleri imanın bir gereği olmaktadır..." (El Muvakkiin, 1, 58)
ıkinci Grup Ayetler:
Bu gruptaki ayetler, Hz. Peygamber (sav)'in, Allah (cc)'ın hükmüne uygun olarak Kuran'ı açıklayıcı ve şerh edici olduğunu ve Hz. Peygamber (sav)'in ümmetine kitabı ve hikmeti (sünneti) öğrettiğini gösteren ayetlerdir. ımam ?afi ve diğer alimler hikmete sünnet anlamını vermişlerdir.
Ayetlerde Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
Biz Kitab'ı ancak, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi onlara açıklaman ve inanan bir kavme rahmet ve hidayet olması dışında (başka bir amaçla) indirmedik. (Nahl Suresi, 64)
Andolsun ki Allah, mü'minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara ayetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler. (Al-i İmran Suresi, 164)
İmam Şafi demiştir ki: "Allah Teala, Kitap deyince Kuran'ı, hikmet ile de -görüşlerine katıldığın ehl-i Kuran alimleri gibi- Hz. Peygamber (sav)'in sünnetini kastetmiştir. Bu görüş Kuran'ın ifadesine uymaktadır. Allah en iyisini bilir. Çünkü Kuran, önce Kuran'ı, peşinden de Hikmet'i zikretmiştir. Allah Teala da kendilerine, Kitap ve Hikmet'i öğretmekle kullarına yaptığı ihsanı zikretmektedir. Allah, en doğrusunu bilir. Buradaki hikmetin Hz. Peygamber (sav)'ın sünnetinden başka bir şey olduğunu söylemek de uygun değildir. Sebebi şudur: Allah Teala hikmeti Kuran'la yan yana zikretmiştir. Ayrıca Peygamberine itaati ve herkese onun emrine uymayı farz kılmıştır. Allah'ın Kitabı ve Resulü'nün sünnetinden başka hiçbir söz için farz denilmesi caiz değildir." (İmam şafii, er Risale, 78)
Üçüncü Grup Ayetler:
Bu gruptaki ayetler, Hz. Peygamber (sav)'e emir ve nehiylerinde mutlak olarak uymanın vacip, O'na itaatin Allah (cc)'a itaat olduğunu gösteren, kendisine muhalefetten ve sünnetini değiştirmekten sakındıran ayetlerdir:
Allah'a ve elçisine itaat edin, ki merhamet olunasınız. (Al-i İmran Suresi, 132)
Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Resûl'e itaat edin ve kendi amellerinizi geçersiz kılmayın. (Muhammed Suresi, 33)
Allah'a itaat edin, peygambere de itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, elçimize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir. (Maide Suresi, 92)
İbn Kayyim el Cevziyye (751/1350) demiştir ki: "Allah Teala Kendisi'ne ve Resulü'ne itaati emretti. Peygambere emrettiklerini, Kitab'a arzetmeksizin bizatihi kendisine itaatin vacip olduğunu bildirmek için 'peygambere de itaat ediniz' buyurarak "itaat" emrini tekrarladı. Hz. Peygamber (sav) bir emir verdiği zaman, o emir Kuran'da bulunsun bulunmasın, mutlak ve müstakil olarak kendisine itaatin vacip olduğunu bildirdi. Çünkü O'na, Kitap ve beraberinde benzeri değerde sünnet verilmiştir."
Kuran'da Rabbimiz Resul'e itaatin önemiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
Sana iyilikten her ne gelirse Allah'tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik; şahid olarak Allah yeter. Kim Resûl'e itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik. (Nisa Suresi, 79-80)
Dördüncü Grup Ayetler:
Bu gruptaki ayetler, Hz. Peygamber (sav)'den bildirilen bütün söz ve hareketlerde O'na tabi olmanın ve kendisini örnek almanın vacip olduğunu, Allah (cc)'ın muhabbetinin tahsisi için O'na uymanın gerekli olduğunu gösteren ayetlerdir.
De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (Al-i İmran Suresi, 31)
Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resûlü'nde güzel bir örnek vardır. (Ahzab Suresi, 21)
Muhammed b. Ali Hakim et Tirmizi demiştir ki: "Hz. Peygamber (sav)'i örnek almak, O'na uymak sünnetine tabi olmak ve sözde veya fiilde kendisine muhalefet etmemektir."
Dördüncü Delil: Peygamberimiz (sav)'in Sünneti
Sünnetin delil oluşunu gösteren birçok hadis-i şerif ve rivayetler vardır. Bunları da üç grupta toplayabiliriz:
Birinci grup hadisler:
Hz. Peygamber (sav) kendisine, Kuran ve onun dışında hadis olarak vahyedilen şeylerde yalan söylemekten uzaktır.
Hz. Peygamber (sav)'in açıkladığı ve ortaya koyduğu hükümler, Allah Teala (cc)'nın hükmüyle oluşmuştur. O'nun Katından gelmiştir. Resulullah (sav)'ın bizatihi kendinden değildir.
Sünnet'le amel, Kuran ile amel demektir.
Allah Teala (cc), ümmete Hz. Peygamber (sav)'in sözünü alıp uygulamayı, O'nun emrine itaati ve sünnetine uymayı emretmiştir.
Kim, Hz. Peygamber (sav)'e itaat eder, sünnetine uyarsa, Allah (cc)'a itaat etmiş, hidayet bulmuş olur.
İman, ancak O'nun getirdiği şeylere bütünüyle uymakla tamam olur. O'ndan hakkın dışında bir şey çıkmaz. Hidayet yolunun en hayırlısı, O'nun getirdiği yoldur.
Hz. Peygamber (sav)'in getirmediği ve tasvip etmediği, insanların kendi heva ve heveslerine göre icat ettikleri herşey, bidattir, kabul görmez, uygulanmaz.
İmam Beyhaki, Medhal adlı kitabında, Talha bin Nüdayle'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Kıtlık olduğu yıl, (aşırı pahalılık karşısında) bazıları, Hz. Peygamber (sav)'e gelerek, "Ya Resulullah! Bizler için fiyatlara narh koyun" dediler. Hz. Peygamber (sav) de: "Allah, emretmediği bir sünneti (uygulamayı) sizlere sünnet olarak koymamı benden istemiyor. Fakat siz, Allah'tan lutfuyla size genişlik vermesini isteyiniz."
İbn-i Hibban (354/966), Abdullah bin Ömer'den O'nun şöyle dediğini işittiğini rivayet etmiştir:
Hz. Peygamber (sav) buyurdular ki: "Her amel için bir dinçlik ve iştiyak zamanı vardır. Kim önceki amelindeki dinçlik ve iştiyakı kesilince yeni amelinde benim sünnetime yönelirse o, doğruyu bulmuş olur. Kim de sünnetin dışına yönelirse helak olmuş olur." (Ahmet ibn-i Hanbel, Müsned, 2, 158)
İbn Abdülberr, Kesir b. Amr b. Avf'dan, o da babasından, o da dedesinden, O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Size kendisine yapıştığınız zaman asla sapıtmayacağınız iki şey bıraktım: Allah'ın kitabı ve Resulü'nün sünneti." (Suyuti, Camius Sağir, hadis no: 3282)
Beyhaki, Medhal'de, Abdullah b. Amr (ra)'dan, O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir.
Hz. Peygamber (sav)'den duyduğum her şeyi ezberlemek isteyerek yazıyordum. Kureyş beni bundan nehyetti ve: "Sen Resulullah (sav)'tan duyduğun her şeyi yazıyorsun. Halbuki o da bir insan, kızgınlık, ve hoşnutluk hallerinde konuştuğu olur (hepsinin yazılması doğru olmaz)" dediler. Bunun üzerine ben de yazmayı bıraktım. Durumu Allah Resulü'ne (sav) söyledim, o da buyurdular ki: "Yaz, nefsimi kudreti elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, ondan (eliyle ağzına işaret etti) haktan başkası çıkmaz." (İbn Abdülberr, Beyan-ül İlm, 2, 27)
İkinci grup hadisler:
Bu gruptaki hadislerin ortak konuları, müminlerin, Hz. Peygamber (sav)'in sünnetine uymaları ile doğruyu bulacakları, sadece Kuran'ı alıp onunla amelden nehyedilme ve sünneti terk ederek kendi görüşü ile yetinmekten nehyedilme olarak özetlenebilir.
Müslim, Rafi b. Hudeyç'den (ra) Rasulullah'ın (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Siz dünya işlerini iyi bilirsiniz. Ben de dinle ilgili işleri en iyi bilenim. Size dininizle ilgili bir şey emrettiğim zaman onu alıp yapınız." (Müslim, Fedail, 140)
Üçüncü grup hadisler:
Bu gruptaki hadisler ise, Hz. Peygamber (sav)'in sözlerinin dinlenmesi, onların ezberlenmesi ve onları kendi asrında yaşayanların, daha sonra gelecek olanlara tebliğ etmesiyle ilgili emirlerini ve bu işi yapanlara büyük bir ecir (mükafat) vaadini ifade edenlerdir.
O'nun bu emirleri, sünnetin delil olmasını gerekli kılmaktadır.
Beyhaki (451/1066) demiştir ki: "şayet sünnetin delil oluşu sabit ve zaruri olmasaydı, Hz. Peygamber (sav), veda hutbesinde, kendisini dinleyenlere, dinlerini ilgilendiren işleri öğrettikten sonra: "Dikkat! Sözlerimi tebliğ edin, demezdi."
El Makdisi, El Hücce'de, Ebu Hureyre (ra)'den: Hz. Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kim ümmetim için kendilerine dini işlerinde faydası olacak kırk hadis ezberlerse, kıyamet günü alimlerle beraber haşredilir." (Ebu Nuaym, Hilye, 4, 189)
Beşinci Delil: Kuran, Sünnet-i Seniyye ile anlaşılır
Kendisine bir vahiy gelmeyen ve Allah (cc) tarafından vahiyle desteklenmeyen hiçbir kimsenin, sadece Kuran'dan, İslam dininin hüküm ve tafsilatını anlaması mümkün değildir. Bunun için o kimseye vahiy yoluyla gelen veya Hz. Peygamber (sav)'in kendi içtihadıyla Kuran'dan çıkardığı ve Allah Teala (cc)'nın tasvip ettiği sünnete bakması gerekir. Ancak bu şekilde, Allah (cc)'ın muradını anlamak ve Kuran'dan, hükümlerin tafsilatını çıkarmak mümkün olur. Çünkü bunun için tek yol sünnettir.
Şayet Sünnet, delil (hükümlerde kaynak) olmasaydı, müçtehitlerden hiçbirinin ona bakması ve bu konuda ondan destek alması sahih olmaz ve hiçbir kimse, mükellef olduğu şeyi anlamazdı. Bu durumda hükümler yok olur, teklif ortadan kalkardı. Zikredilen bu konularda, bir müçtehidin tek başına, kendi görüşüyle hareket etmesi mümkün değildir. Çünkü Kuran, icazda en yüksek noktada, belagat ve fesahatta en ileri seviyede olduğu için pek yüksek manalar ve söyleyenle kendisine vahyedilenin dışında kimsenin bilmeyeceği, çoğu bize kapalı, pek çok sırlar ve ilim hazineleri ihtiva etmektedir.
Hz. Peygamber (sav) Kuran'ın açıklayıcısıdır, beşer kendi bilgisi ile sadece Kuran'a bakarak hüküm çıkaramaz, Kuran'ı açıklamak peygambere verilmiş bir görevdir. Yüce Rabbimiz Kuran'da: "... Namazı dosdoğru kılan, zekatı veren…" (Bakara Suresi, 177) buyurmaktadır.
Bu ayetten, namaz ve zekatın farz olduğu anlaşılmaktadır. Fakat farz olarak kılınacak bu namazın mahiyeti ve keyfiyeti nedir? Ne zaman yapılır? Kaç rekat kılınır? Kime farzdırş gibi detayları ancak Sünnet-i Seniyye ile anlayabiliriz, uygulanışını bize gösteren bizi aydınlatan hadis-i şeriflerle bilebiliriz.
Aynı şekilde zekatı ele alalım. Zekat nedir? Kime farzdır? Hangi mallardan verilmelidir? Miktarı ve farz olma şartları nelerdir? gibi konular da namaz konusundaki gibidir.
Başka bir ayet-i kerimede Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Öyleyse akşama girdiğiniz vakit de, sabaha erdiğiniz vakit de Allah'ı tesbih edip (yüceltin)" (Rum Suresi, 17)
Bu ayetten tesbihin vacip, vaktinin de kısaca sabah, akşam ve yatsı olduğunu anlıyoruz. Ancak buradaki tesbihten kastedilen tam olarak nedir? "Namaz kılınız" ayetindeki namaz mıdır? Yoksa "subhanAllah" demek gibi midir? Eğer Peygamber Efendimiz (sav)'den bir bilgi gelmeseydi, bu ifadenin sabah, akşam ve yatsı namazıyla ilgili olduğunu anlayamazdık.
İnfak etmek ile ilgili bir ayette ise Rabbimiz şöyle buyuruyor.
"Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acıklı bir azabı müjdele." (Tevbe Suresi, 34)
Bu ayette infakla ne kastediliyor? Bu infak şekli, ayetin nazil olduğu zaman Sahabenin anladığı gibi bütün malın infak edilmesi midir? Yoksa bir kısmının verilmesi midir? Eğer bir kısmı ise ne kadarıdır? Bütün bunlar da Peygamberimiz (sav)'in hadisleriyle anlaşılabilecek konulardır.
Bu bahsi geçenler gibi sosyal hayatta karşımıza çıkan yüzlerce konu ayet-i kerimelerde zikredilmediğinde bize onları ancak kutlu Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) açıklar. Müslümanların ibadet şekillerini belirler, onların neler ve nasıl olduklarını, nasıl uygulanacaklarını anlatır, kendi hayatında uygulayarak örnek teşkil eder.
İbn Hazm, El İhkam isimli eserinde şöyle demektedir:
"Kuran'ın hangi ayetinde, öğle namazının farzının dört ve akşamın üç olduğunu, rükunun ve secdenin, kıraatin ve secdenin ve selamın yapılış şeklini, oruçta sakınılacak şeyleri, altın, gümüş, koyun, sığır ve deve zekatlarının ne şekilde olduğunu ve bunların ne kadarından ne kadar zekat alınacağını, Haccın vakti, Arafat'ta vakfe, orada ve Müzdelife'deki namaz, taşların atılması, ihramın şekli, Hacda sakınılacak şeyler gibi Hacla ilgili amelleri, hırsızın elinin kesilmesini, haram olan yiyecekleri, hayvan boğazlama ve kesmenin usulünü, hadlerin hükümlerini, boşanmanın nasıl vuku bulacağını, alış veriş hükümlerini, faizin nasıl oluştuğunu, hüküm ve davaların teferruatını, yemin çeşitlerini, hapis sebeplerini, mehirler ve diğer fıkhi meselelerin açıklamasını bulabiliriz?
Kuran'da birtakım hükümler vardır ki, onları anlamak için tek müracaat kaynağı Hz. Peygamber (sav)'den gelen nakillerdir. İcma da bir kaynaktır, fakat o bazı meselelerde hükme medar olur. Biz bütün bunları Kitab-ı Meratib adlı eserimizde toplayıp zikrettik. Demek ki, zaruri olarak hadise başvurmak lazımdır." (İbn Hazm, El İhkam, 2. 79-80)
Allah (cc)'ın hak kitabı Kuran-ı Kerim'i sadece aklımızla anlayamayacağımız konusunda ve sünnet olmadan bunun mümkün olmadığı hususunda pek çok hadis varit olmuştur. Yine bu konuda Sahabe ve onlardan sonrakilerden sayısız haberler rivayet edilmiştir. Hepsi de aynı konuda ittifak halindedir. Bu rivayetlere örnekler şöyledir:
Beyhaki, El Medhal isimli eserinde, Lalekai ise es Sünne'de, Hz. Ömer (ra)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kendi görüşüyle hüküm çıkaranlardan sakının. Şüphesiz onlar, sünnet düşmanıdırlar. Resulullah (sav)'ın hadislerini ezberlemek ve öğrenmek kendilerine zor geldiği için kendi görüşleriyle konuşmaya başladılar. Böylece kendileri haktan saptı, başkalarını da saptırdılar."
Ebu Hatim (354/965), İbn Mesud'un (ra) şöyle dediğini nakleder: "Her şeyin ilmi Kuran'da mevcuttur, fakat insanların görüşü onu bulup çıkarmaktan acizdir."
Ahmet ibn Hambel (ra), İmran b. Husayn (ra)'ın şöyle dediğini nakleder: "Kuran indi, Resulullah (sav) da birtakım sünnetler ortaya koydu ve: "Bize (Kuran ve sünnete) uyunuz. Vallahi eğer bunu yapmazsanız, sapıtırsınız, buyurdu."
Beyhaki, El Medhal'inde, Şebib bin Ebi Fudane el Mekki yoluyla, İmran bin Husayn'dan (ra) şunu rivayet etmiştir: "İmran (ra) şefaatten bahsetti. Cemaatten bir adam söze karışarak: "Ya Eba Nüceyd, sen bize Kuran'da delilini bulamadığımız birtakım hadislerden bahsediyorsun" dedi. Bu sözü duyan İmran (ra) kızdı ve adama:
"Sen Kuran'ı okudun mu?" diye sordu. Adam: "evet" dedi. İmran (ra): "Peki söyle bakalım, sen Kuran'da yatsının farzının dört, akşamın üç, öğle ve ikindinin dört rekat olduğuna rastladın mı?" diye sordu. Adam: "hayır" dedi. İmran (ra): "Siz bütün bunları kimden alıp öğrendiniz? Siz bizden, biz de Hz. Peygamber (sav)'den öğrenmedik mi? Allah Teala, Kuran'da: 'Beyt-i Atik'i (Kabe'yi) tavaf ediniz' buyurmaktadır. Peki Kuran'da 'yedi defa tavaf ediniz, makam-ı İbrahim'in arkasında iki rekat namaz kılınız' diye bir emir bulabilir misiniz? Peki Kuran'da: "Peygamber size ne verdiyse alın, size neyi yasakladıysa ondan da kaçının" buyurduğunu duymadınız mı?" dedi.
İbn Abdilberr ve Beyhaki, El Medhal'de, Eyyub es Sahtiyani'den şunu naklederler: "Bir adam, Mutarrıf b. Abdullah'a "Bize sadece Kuran'dan bahsedin, hadis anlatıp durmayın" dedi. Mutarrıf adama: "Vallahi biz, hadisleri Kuran'ın yerine anlatmıyoruz. Bilakis, hadisleri anlatmaktaki gayemiz, Kuran'ı en iyi bilenin bildiklerini nakletmektir." diye cevap verdi."
Lalekai, es Sünne adlı eserinde, Ahmet ibn-i Hanbel'in şöyle dediğini nakleder: "Hadisler bizim yanımızda Resulullah'tan (sav) gelen rivayetlerdir. Onlar Kuran'ı açıklar. Onlar Kuran'ın işaret ettiği manaların delilleridir."
Cabir (ra) demiştir ki: "Resulullah (sav) aramızda iken kendisine vahiy geliyor ve kendisi, gelen ayetin mana ve yorumunu biliyordu. Sonra O, ayetle nasıl amel ederse, biz de öylece amel ediyorduk."
Resulullah (sav)'ın emrettiği sünnetin, Kuran'ı anlamamızı, Kuran'ı uygulayabilmemizi sağlayan bir rahmet olduğu bu ayet-i kerimelerden, hadis-i şeriflerden ve rivayetlerden anlaşılıyor.
Altıncı Delil: Sünnet de vahiy kaynaklıdır
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'den sadır olan şeyler, ya Allah (cc)'tan gelen hükümleri tebliğ için ortaya konmuş söz veya fiillerdir veya tebliğin dışındaki davranışlardır.
Birinci kısım:
Bu, kesin vahiydir. Bilindiği gibi Allah (cc) Resulü, bu kısımda hata ve yanılmadan korunmuştur. Hanefi alimleri buna "vahy-i zahir" demektedirler.
Bu kısımdaki vahiy bazen onun İlahi vahiy olduğunu gösteren bir lafızla beraber veya başka türlü iner. İlahi vahiy olduğunu ifade eden lafızla birlikte gelen, ya taabbüd (kulluk) ya i'caz veya meydan okuma ifade eder ki bu, Kuran'dır.
İ'caz ve tehaddi özelliği taşımayan vahiy ise lafzının da inzal edildiğini söyleyen görüşe göre hadis-i kutsidir. Bunun da vahiy olduğuna şüphe yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (sav), "Rabbül İzzet buyurdu ki:..." gibi sözlerle Allah (cc)'tan haber vermektedir. Bu da yalandan masum bir haberdir. Hz. Peygamber (sav)'in haberi, Kuran'ın Allah (cc)'ın kelamı olduğunu gösterdiği gibi, bunun da Allah (cc)'ın kelamı olduğunu gösterir.
İnen vahiyle birlikte, onun Allah (cc)'a ait olduğunu gösteren bir söz yoksa, o hadis-i nebevidir. Hz. Peygamber (sav)'e ait hadis ve uygulamaların vahiy olduğunu, şu ayet-i kerimeler göstermektedir:
O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O (söyledikleri), yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir. (Necm Suresi, 3-4)
... Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edersem, gerçekten ben, büyük günün azabından korkarım. (Yunus Suresi, 15)
... Allah, sana Kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. Allah'ın üzerinizdeki fazlı çok büyüktür. (Nisa Suresi, 113)
Daha önce belirttiğimiz gibi ayette geçen "hikmet" sünnettir.
Ebu Davud ve Beyhaki, bu rivayeti şu lafızlarla tahric ve tesbit etmişlerdir: "Cebrail (as) Hz. Peygamber (sav)'e Kuran'ı indirdiği gibi sünneti de indiriyor. Kuran'ı öğrettiği gibi sünneti de öğretiyordu." (Darımi, Mukaddime, 49)
İkinci kısım:
Bu kısım, Hz. Peygamber (sav)'in Allah (cc)'tan tebliğ kastı bulunmayan söz ve davranışlarıdır. Bunlar da, ya Allah (cc) tarafından tasdik edilmiştir veya edilmemiştir.
Eğer Allah Teala (cc), Hz. Peygamber (sav)'in bir fiilini tasvip etmişse -o fiil, bizatihi vahiyle talim edilmemiş de olsa- vahit durumunda ve hükmündedir. Çünkü bir fiilin Allah (cc) tarafından tasvip edilmesi onun gerçek, doğru ve Allah (cc)'ın rızasına uygun olduğunu gösterir. Ayrıca Cenab-ı Allah (cc) bize, Hz. Peygamber (sav)'den sadır olan her söz ve fiile uymamızı, her fiili açık vahiyle bildirmemiş olsa da, O'na uymamızı emretmiştir. Şu halde bir kimse, Hz. Peygamber (sav)'den vahiyle bildirilmeyen bir fiilini alıp tatbik etse, bunu, Allah (cc)'ın "O'na uyunuz" emrine imtisal ederek yapmış olacaktır. Bu durumda O'nda görülen bu türden şeyler, hiç şüphesiz hakikatte kendisine vahyedilmiş olmaktadır.
İmam Suyuti'den (911/1505) yapacağımız şu nakil, bu konuyu destekler mahiyettedir.
O demiştir ki: Şafii ve Beyhaki, Tavus adlı eserde Hz. Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Ben, ancak Allah'ın Kitabı'nda helal kıldığını helal kılar ve ancak O'nun Kitabı'nda haram kıldıklarını haram kılarım" (Ebu Davud, Sünen, 5: Tırmizi, İlim, 10: İbn-i Mace, Mukaddime, 2: Suyuti'nin nakli için, Miftahu'l Cenne, 19)
Beyhaki şöyle der:
"Hadiste geçen "Allah'ın Kitabı" ifadesi eğer sahihse Resulullah (sav) bununla kendisine vahyedileni kastetmiştir. Kendisine vahyedilen de iki kısımdır: 1. Vahyi Metluv (Kuran) 2. Vahyi Gayri Metluv (Allah'tan kendisine verilen Kuran dışında bilgi ve ilhamlar)"
İbn-i Mesud (ra) da, İmam Şafii (ra) gibi, ayet-i kerimeden Resulullah (sav)'ın sünnetini kabul edenin, aslında Allah (cc)'ın Kitabı'nın emrini kabul etmiş olacağını söylemiştir. Çünkü Resulullah (sav)'a tabi olmanın zorunlu oluşu, Kuran'ın ortaya koyduğu bir hükümdür.
Hz. Peygamber (sav)'in içtihadına dayanan ve Allah (cc)'ın tasvip ettiği hükümler, bu ikinci kısma girmektedir. Hanefi alimleri buna "vahy-i batın" derler.
Yedinci Delil: İcma
İslam'ın ilk dönemlerinden, bugüne kadar konuya ilmi ve vicdani bakan hiçbir müçtehit imamın, sünnete uymayı, onunla delil getirmeyi ve gereğince amel etmeyi inkar ettiğini göremeyiz. Bilakis onların sünnete sımsıkı sarıldıklarını, onun çizdiği istikamette hareket ettiklerini, başkalarını sünnetle amele teşvik ve ona muhalefetten men ettiklerini, kendileri ve başkaları için hükümlerinde ona dayandıklarını görmekteyiz. Ayrıca sünnete muhalefet eden veya onu hafife alana şiddetle karşı çıktıklarını, sünneti, Kuran'ın tamamlayıcısı ve bir açıklayıcısı gördüklerini, kendileri, önlerine sahih ve aksi hüküm bildiren bir hadis geldiğinde, Kitap veya diğer delillerden birine dayanarak elde ettikleri içtihat görüşlerinden hemen ona döndüklerini ve onu nazar-ı dikkate aldıklarını görmekteyiz.
Bu konuda Seleften, şu söz nakledilmiştir: "Sahih bir hadis bulunduğunda, benim mezhebim odur. Ona ters ters düşen sözümü, kaldırıp duvara çarpınız." (Subki, Mecmuat-ur Resail-i Müniriye, 2, 98)
Müçtehitlerin çoğundan bu manada sözler nakledilmiştir.
Hadis ehli için, müçtehitlerin ve genel olarak alimlerin ortak görüşü şudur: "Ehl-i hadis, din için en büyük yardımcı, saldırganların hücumuna ve dinsizlerin şüphelerine karşı en kuvvetli koruyucudurlar. Onlara, ancak bidat ehli, facir ve kafir düşman olur."
Sünnetin delil oluşunda İslam alimleri arasında icma hasıl olmuş, bu konuda söz birliği sağlanıp kesin hükme varılmıştır.